AMELE

Evin önünden geçen ırmağın tozlu yol tarafındaki yamaçlara bırakılan gübre yığınlarına basmamak için adeta sekerek ve ara sıra da tozlu yola girip yürüyen Yusuf, Koyun Yolunu böylece arkada bırakarak, Konya Yoluna ulaştı.

Sağlı sollu meyve bahçeleriyle çevrili Konya Yolu’nun yarısına gelen Yusuf, sağ taraftaki tek katlı ve dış cephesi sarı bir renge boyalı bisküvi fabrikasının önünde durdu, ayaklarını yere kuvvetlice vurup lastik ayakkabısının üzerindeki ve pantolonunun paçalarındaki tozları temizlemeye çalıştı.

Yusuf, bisküvi fabrikasının önüne atılan kutuları görünce, fabrikanın içinde çalışan beş altı kadar, başlarına beyaz eşarp bağlamış, mavi renkli önlük giyen tombul görünüşlü genç kızları hatırladı. İki ay öncesi, okul dönüşünde fabrika içinden gelen sesleri merak edip, içeriye giren Yusuf, fabrika içindeki küçük yaştaki bir erkek ile çalışan kızlarla az da olsa konuşup, yapılan işleri görmüştü…

Yusuf, çiçeklerinin meyveye dönüştüğü, yapraklarının dalları sardığı sıralı ağaçların yer aldığı ve üzerlerinde yeşil otların yükseldiği sağlı sollu bahçeleri geçerek, Birinci İstasyon Caddesine geldi.

Sabahın erken saatlerinde, parke taşlarını temizlerken, aşırıca sayılacak seslerle konuşan; ara sıra gülüşen ve zaman zaman da tartışan temizlik işçilerinin yanından geçerken:

“Kolay gelsin” diyen Yusuf’a başını yaptığı işten kaldıran işçilerden biri, elindeki faraşın sapına yaslanarak alaycı bir sesle:

“Sabah sabah nereye böyle yeğen?” dedi.

“İşe gidiyorum…”

“Ne işi bu?”

“Amelelik…”

“Ne ameleliği böyle?”

“İnşaat…”

“Senden inşaat amelesi mi olur?”

“Ben, yaz aylarında hep amelelik yapıyorum; bu yıl da beşinci günü…”

Yusuf, on altı yaşında, zayıf denilebilecek bir görünümde, uzun boylu, esmer, kahverengiye çalan küçük ve yuvarlak gözleri her zaman canlı, bakışları,

anlamlı ve derinden bir şeyler anlatır gibi sıcak ve sevecen, görev almaya ve aldığı görevleri yerine getirmeye hazır, zıpkın gibi bir delikanlı…

Gazi İlkokulu’nun önüne gelen Yusuf, bahçe duvarının üzerine oturdu, lastik ayakkabılarını ayaklarından çıkardı, lastik ayakkabının ayaklarında iz yaptığını gördü cebinden çıkardığı mendilinin bir ucuyla, ayaklarındaki izleri sildi.

Yusuf, temizliği kolay olması nedeniyle, çalışma dönemlerinde lastik ayakkabı giyerdi. İşi çimento ile olduğundan, ayaklarına dökülen çimento artıklarını, suyla silerek çıkarıyordu.

Ayağını kaplayan serinliğin yüzünde de hisseden Yusuf, okuldan mezun olduğu sınıfa dönerek, hayallere daldı: sınıf, ikinci katta, Birinci İstasyon Caddesine ve kuzey kısmına bakıyordu. Okulun ahşap alanlarını ve ahşap merdivenlerine dökülen katran, merdivenlerden çıkılınca sağ tarafında bulunan sınıflarına da dökülmüştü…

Yusuf, okuldan mezun olalı dört yıl geçtiği halde, okulun önüne her gelişinde, anlayamadığı bir heyecan içini kaplar, daha dünmüş gibi arkadaşlarını, öğretmenini bütün canlılığıyla hatırlardı…

Mavi önlüğü içinde, anaç bir tavuk gibi öğrencilerini kanatları altına alan; bazen de şefkat dolu kollarıyla öğrencilerini saran Ayşe Öğretmen, bütün öğrencilerini bir annenin sevgisinden öte bir sevgiyle severdi adeta… Yüzünde gülmek hiç eksik olmayan Ayşe öğretmen, öğrencilerini kendisine, okula ve öğrencileri birbirlerine öyle bağlamıştı ki, okulun açık olmadığı zamanlar, öğrenciler için bir işkence zamanı olur; öğrenciler, okula başlamayı iple çekerlerdi…

Ayşe Öğretmen; uzun boylu, kumral tenli, her zaman güler yüzlü, koyu kahverengi gözlü, omuzlarına kadar özgürce dökülen dalgalı ve siyah saçları vardı… Öğrencilerine daima huzur veren gülüşleri ve henüz bestesi yazılmamış bir güftenin sesi gibi olan konuşması, sıcak elleriyle okşadığı her öğrencinin başında bir mutluluk hissi yaratırdı; ellerindeki sıcaklık, içten gelen kalıcı bir sevginin parmaklarına yansıması olurdu, sanki…

Ayşe Öğretmen, öğrencilerine hiç kızmaz; öğrencilerinin aşırı yaramazlıkları karşısında; sıcak, sade ve ağır ağır konuşarak, bu davranışının nedenini sorar, bu davranışının yanlış olduğunu bildirir, tekrarlanmayacağına söz aldıktan sonra da özür diletirdi; sonra da öğrencinin özür dilemesi karşısında, yanlışını düzeltme sözü verdiği için öğrencisine teşekkür ederdi…

Ayşe Öğretmen, bu olanlarla öncelikle öğrencilerine özür dilemeyi ve teşekkür etmeyi öğretirdi. Sınıfta öğrenciler arasında bir özür dileme ve teşekkür etme davranışlarının yaygınlaşmasını ve bu davranışların sergilendiğini, bilinmeyen yerleri ya da konuları keşfetmiş bir kâşif gibi mutlulukla seyrederdi, Ayşe Öğretmen…

Ayşe Öğretmen, öğrencilerine evde yapılması için ödev vermezdi; verdiği ödevlerin, sınıfta ve de okulda yapılamasını isterdi; bu ödevler bir ders içinde ve sınıfta yapılırdı; ya da okulda bir gün içinde yapılırdı…

Öğrenciler arasında yardımlaşma ve dayanışmanın sağlanması için öğrenciler sessizce istedikleri arkadaşlarıyla bir araya gelerek, görüş ve düşüncelerini paylaşıp, ödevlerini yaparlardı; Okulda teneffüs aralarında öğrenciler, okuldaki diğer öğretmenlere ödev ile ilgili sorular sorarlardı. Öğrencilerin bu şekilde okuldaki öğretmenlerine soru sormaları, öğretmenler arasında öğrencilere “Ayşe’nin Çocukları” denilirdi. Ayşe Öğretmen, sınıfta ve okul içinde yapılacak ödevlerde, öğrencileri tamamen serbest bırakırdı; bahar ve yaz ayları başlangıcında okuldaki bahçede zaman zaman piknik yaparak, öğrencilerin yemeklerini paylaşmalarını da gerçekleştirmiş olurdu.

Ayşe Öğretmen, sorularını “kim yapacak” değil de “kim yapamadı” şeklinde sorardı.

Öğrencilerine unutamadıkları anıları veya bir günlük anılarını anlattırarak, öğrencilerin, topluluk karşısında kendilerini ifade etme ve özgüvenlerinin gelişmesini sağlardı, Ayşe Öğretmen…

Öğrencilerini kafese girmiş yaralı bir kuş gibi görmek istemeyen Ayşe Öğretmen, eğitimin dört duvar arasında sıkışıp kalmasına karşı çıkarak, yetkilerden aldığı izinle ve olurla öğrencilerini sınıf ve okul dışına çıkararak, sosyalleşmelerini ve yaşadıkları çevreleri tanımalarını sağlamaya çalışırdı.

Ayşe Öğretmen, öğrencilerini başka okullardaki öğrencilerle tanıştırıp kaynaşmalarını sağlamak için önceden okul yönetimi ve sınıf öğretmeniyle görüşerek, Kale İlkokuluna götürdü, son sınıf öğrencilerle bir araya gelip, okul bahçesinde birlikte bir oyun oynamalarını sağladı.

Öğrencilerinin Kale Okulu’nun arkasındaki mezarlığı ziyaret etmelerini isteyen Ayşe Öğretmen, zaman zaman mezarlığa gelerek, aralarından ayrılmış olan kişileri ziyaret etmelerini istedi. Buradan da Devlet Hastanesine öğrencilerini götüren Ayşe Öğretmen, hastaları ziyaret etmeleri için öğrencilerini dörderli gruplara ayırarak, hasta odalarındaki hastaları ziyaret etmelerini ve hastalarla konuşmalarını istedi.

Bahar aylarıyla birlikte tarihi yerleri öğrencilerine tanıtmak isteyen Ayşe Öğretmen, Hatun iye, İmaret, Kale, Yunus Emre Camisi ve diğer tarihi alanlarla Odun Pazarına da öğrencilerini götürdü.

Yusuf, Odun Pazarı’nda gördükleri karşısında adeta büyülenmiş gibi kendinden geçer bir duruma geldi. Bu ne güzellikler böyle diye düşünmeye başladı. Ayşe Öğretmen, Odun Pazarı ile bilgi verdikçe, Yusuf, başka dünyalarda geziniyordu.

Ayşe Öğretmen, öğrencilerini etrafında bir daire şekline getirerek anlatımlarına başladı.

Odun Pazarı: “Ticaretin, sanayinin, borsanın, ulaşımın, turizmin kalbinin attığı, bir organize sanayi, bir fuar, bir alış-veriş merkezi işlevinin yürütüldüğü, tarım toplumunun bütün özelliklerini bünyesinde taşıyan bir yer.” Diyen Ayşe Öğretmen anlatımlarını sürdürdü:

Görüyorsunuz çocuklar, bu meydanın etrafında; demirciler, nalbantlar, saraçlar, arabacılar, helvacılar, buğday depoları, hanlar ve köy otobüsleri bulunuyor…

Dükkânlarının önlerinde: deri önlüklü ustaların yapımlarını tamamladıkları arabaların gövde ve tekerlerini maviye, yeşile ve kırmızıya boyamışlar… Biraz ileride, rengârenk ve dantel dantel boyun ve sırt örtüleri üreten, ürettikleriyle; nalları yenilenen atları bir gelin gibi süsleyen saraçların eserleri var.

Kısacası, demircilerin ve arabacıların çekiç sesleriyle, nalbantların bir armoni şeklinde nallara ve mıhlara vuruşlarıyla, sanki bir İspanyol rakkasesinin topuk sesleri gibi içten, canlı ve masum bir davetin yapıldığı bir yer, Odun Pazarı…

Orta yerinde de allı yeşilli dönme dolapların, çifter çifter kurulan salıncakların gıcırtılarının çocukların cıvıltılarına karıştığı bir yer, diye anlatımını bitirdi, Ayşe Öğretmen.

Okuldaki yaşadıkları ve Ayşe Öğretmenin anlattıkları, birer filim şeridi gibi zihninden geçiren Yusuf, oturduğu yerden kalktı, azık çıkısını geçirdiği küreği sol omuzuna koyarak yürümeye başladı. İki İstasyon Caddesi arasında kalan kısa bir yola girdi. Yolun sol tarafındaki yıkık duvarların yanındaki ceviz ağacındaki kargalar, uçmaya başladılar; bunlara bakan Yusuf, karşısında henüz parlaklığını yitirmemiş olan ayı görünce: “yıldızlar uykuya çekilmiş, ay onları bekliyor” diye düşündü.

Yusuf, İkinci İstasyon Caddesine girdiği zaman yanından biri şalvar ve üzerine de puanlı örtü almış bir kadınla siyah çarşaf giymiş iki kadını gördü. Çarşaf giyen kadın, orta boylu, bir şeylerden çekiniyormuş gibi etrafa bakıyordu; Yusuf’un yanına geldiklerinde de Yusuf’a kaçak bir bakış attı; uzun boylu olan şalvarlı ve puanlı örtülü kadın, kendinden son derece emin adımlarla yürüyordu.

Yusuf, bu kadınların farklı giysiler içinde olduğunu görünce, komşularını hatırladı. Komşularından bazıları siyah çarşaf yerine şalvar ve örtü; bazıları da manto giyiyorlardı. Çocukluğunda giyimlerine hayranlıkla baktığı fabrikanın memur hanımlarının allı yeşilli elbiseleri içinde gülerek ve biraz da yüksek sesle istasyon tarafındaki Konya Yolu’ndaki yürüyüşlerini ve onların önünden ve arkalarından koşuşturan çocukları da hatırladı.

İkinci İstasyon Caddesindeki fırına yaklaştığı anda birkaç yaylı arabanın gelmekte olduğunu gören Yusuf, insanlar işlerine gitmeye başladılar, diye düşündü. İkinci İstasyon Caddesi’nden karşıya geçen Yusuf, Odun Pazarı’nın önünden sol tarafa dönerek, İnönü Caddesine girdi. Hükümet Binasına dönmeden, yan taraftaki fırından çıkan ekmeklerin kokusunu duydu. Şimdi bir tahinli helva olsa da bu pidenin içine sıksam, diye düşündü; aynı Keçecilerin helva dükkânında yediği pide ve tahin helvası gibi…

Yusuf, karnının tok olduğunu hissetti ve sabah annesinin yaptığı sulu pilavdan çok yediğini hatırladı; Hükümet Binası’nın önüne gelince, binanın önündeki merdivenlerden ortadaki merdivene oturdu. Merdiven yedi basamaklı idi. Yusuf, geldiğinde merdivenlerde iki kişinin olduğunu gördü, demek ki geç kalmamışım, diye düşündü. Alt basamaktaki kişi, saçları dökülmüş, hafif şişman ve güleç yüzlüydü, Yusuf’u görünce de gülerek hoş geldin, dedi. Yusuf, bu kişiyi beş gündür görüyordu; sakalları biraz uzamış ve başında kasketi olan kişiyi ise yeni görüyordu.

Dakikalar ilerledikçe gelenlerin sayısı da artmaya başladı. Yusuf, bu gelenlerden ancak birkaçını tanıyordu. Gelenlerin hepsinin de birer kürek ve azık çıkıları vardı. Bazıları, küreğini oturduğu yerden omuzuna dayamış ve azık çıkılarını da kucaklarına almışlardı.

İş yaptıracak kişiler, değişik yönlerden merdivenin önüne gelerek oturanlar arasından seçim yapmaya başladılar. Ön sırada oturanlardan bir kişi; orta sırada da iki kişi kaldığını gören Yusuf, arka basamaklara baktığında da bir kişinin kaldığını gördü. Biraz daha beklediler. Merdiven tarafına yönelen kişileri gördükçe içini bir umut kaplayan Yusuf, bundan önce dört gündür inşaatında çalıştığı ve harç karmasını hayranlıkla seyreden kişinin henüz gelmediğini düşündü, ancak dakikalar geçtiği halde ne kendisini ne de yanındaki arkadaşlarını işe alan olmadı.

Bu duruma çok üzülen ve karnına bir ağrı giren Yusuf, oturduğu yerden kalkmaya bir türlü cesaret edip, ayrılamadı; ne olduğunu, nerede olduğunu anlamaya çalıştığı esnada sol omuzunu bir elin tutmakta olduğunu fark etti; geriye dönüp bakmaya mecalinin olmadığını gördü.

Yusuf, sabahın erken saatleri olduğu halde, terlemeye başladı; alnından akan terler, şakaklarından aşağılara doğru, arkası kesilmeyen bir ırmak gibi aktı; Ağzı kurumaya başladı, konuşmak istediği halde ağzından bir kelime bile çıkmadığını anlayınca paniklemeye başladı… Yusuf, küreğine sıkıca sarılarak, dengesini korumaya çalıştı; yüzü fark edilecek şekilde sarardı, ellerinin titrediğini far etti.

Yusuf’un bu durumu gören diğer ameleler, Yusuf’un önüne gelerek, ellerinden tutup kaldırmak istedilerse de başarılı olamadılar; biraz bekleyip, tekrar Yusuf’u

kaldırmaya çalıştılar, ancak yine de kaldırmayı başaramadılar ve yanına oturup beklediler.

Yusuf, yavaş yavaş kendisine gelmeye başladı, bu düştüğü durumun nedenini anlamaya çalıştı, küreğine dayanıp, arkadaşlarına baktı, arkadaşlarının kendisine bir telaş içinde baktıklarını gördü, hafif gülümsedi. Yanında oturan arkadaşı, Yusuf’un güldüğünü görünce:

“Yeğen ne oldu sana böyle,” dedi.

Diğer arkadaşı heyecanlı bir şekilde:

“Bizi kork kuttun yeğen” diye söze karıştı.

Yusuf, kendini toparlamaya çalışarak:

“Ne olduğunu ben de anlamadım” dedi.

Güneş yükselmeye başladı. Kalabalıklaşan insanların bakışları arasında; esnaf dükkânları kepenklerini kaldırarak çevreye bir canlılık kazandırdılar. Karşıdaki fırına gelenlerin ellerindeki kâğıtlara aldıkları ekmekleri sararak, ayrılmalarını gören Yusuf, sebebini anlayamadığı bir heyecanın içinde oluştuğunu hissetmeye başladı; bulunduğu yerden ayrılmak istedi ve arkadaşlarının yardımıyla ayağa kalktı, azık çıkısını tekrar küreğe geçirdikten sonra arkadaşlarına gülerek, teşekkür etti, bulundukları yerden ağır ağır ayrılmaya başladı.

Birkaç adım atan Yusuf, midesinin bulandığını, gözlerinin karardığını, bayılacak bir duruma geldiğini anladı; düşmemek için olduğu yerde kaldı, küreğe dayanarak ne olduğunu anlamaya çalıştı. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeyen Yusuf, İnönü Caddesi’nden Ak tekke Camisine kadar çok zorlanarak, gelebildi.

Yusuf, camide biraz dinlendi ve nereye nasıl gidebileceğini düşünmeye başladı:

Kodaman mahallesinden geçerek Hastaneyi de geçip, Hisar Mahallesine oradan da Hacı Celal Mahallesine girip, eve gitmeyi; ya da İkinci İstasyon caddesinden İstasyona kadar gidersem beni kimse görmez gören olursa bile beni tanıyan olmaz, diye gidebileceği yerleri birer birer aklından geçirdi.

Bu gitmeyi düşündüğü yerleri beğenmeyen Yusuf, aklına daha uygun bir fikir geldi, kendi kendine bu yol daha iyi diye düşündü ve biraz rahatladı, böylece görenler, omuzundaki küreğin ve küreğe bağlı azık çıkısının ne anlama geldiğini anlamış olacaklardı.

Bu yer, İmaret ’in önünden çağlayarak akan ve uzantısında Hatun iye önünden geçen ırmağı takip ederek, evlerinin yakın bir yerine kadar ulaşmayı düşündü;

böylece kendisini görenler, sulama yapan bir kişi olduğunu düşünecekler, diye rahatladı…

Oturduğu yerden yavaşça kalkan Yusuf, ayaklarının altından yol mu çekiliyor; yoksa ayaklarında taşınması çok ağır bir yük mü olduğunu anlayamadan Hacı Beyler Çeşmesinden Ali Şahane Mahallesine yöneldi, Haniye’ye gelince Kürt Satıların evlerinden ırmağı takiben Yörük Ziyaların evlerinden önünden geçerek, bahçelerin bulunduğu alana girdi.

İlk geldiği bahçedeki ağaç dallarında açan beyaz ve pembe renkli çiçeklere konan ve çiçekler arasında kendi güzelliklerini görmek istercesine sürekli olarak yakın dallardaki çiçeklere geçen kelebekleri…

Dallar arasında görülmesi zor olan ve yuvalarına bir şeyler götürmek için sürekli çırpınıp duran serçeleri….

Ağaç dallarındaki çiçekleri, kelebekleri, serçeleri, yerde rengârenk açan çiçekleri ve çiçekler arasında uzayan kırmızı gelincikleri ve beyaz papatyaları, kendinden geçercesine seyre dalan Yusuf, başka yerlerde göremeyeceği doyumsuz güzellikleri tattı.

Engin duvarlarla çevrilmiş olan bahçenin duvarına oturan Yusuf, karıncalara dikkat etti ve karıncaları seyre daldı: Siyah inci taneleri gibi ardı ardına dizilmiş karıncalar, bir düğün alayı oluşturuyorlar sanki. Bir telaş, bir telaş görülmeye değer…

İnce uzun bir yolda gidip gelirler, önlerine aldıklarını birkaçı birden yuvarlayıp götürmeye çalışırken; daha fazla sayıda olanlar da tuttuklarını hep birlikte götürmeye çalışırlar… Yuvalarının giriş yerlerinde ufaltılmış toprak tanelerinden yükseltiler oluştururlar… Dar alanlarda çok sayıda yuvalar var ama karışıklığa meydan vermeden, her karınca kendi yuvasına yönelirler…

Karıncaların hareketlerini ilgiyle izleyen Yusuf, karıncalar arasındaki iş birliğinin, disiplinli çalışmanın, ne yapacaklarını çok iyi bildiklerini insanlara örnek olması durumunda; insanlar arasında işsizliğin, açlığın ve kavgaların son bulacağını, düşündü…

Kiraz bahçesinin önüne gelen Yusuf, duvarlardan aşağıya sarkan kiraz dallarındaki çiçekleri seçerek, bu çiçeklere konan arıların, bazen tek başına; bazen de birkaçı bir arada, çiçekler için ayrı bir güzellik oluşturduklarını… Her çiçeğe konmak için bir yarış başlattıklarını, hepsinin aynı boyda olduklarını ve hep aynı hareketi tekrarlayıp dururlarını, büyük bir hayret ve heyecan içinde izledi…

Irmağı takiben yürümesini sürdüren Yusuf, birbirinden güzel bahçeleri seyrederek, bazen suları takiben; bazen de bahçelerin orta yerinde yapılan evlerin önlerindeki anlatılması çok zor çeşit çeşit çiçeklerin, evlerle bir

bütünlük oluşturduklarını görerek, farkına varmadan evlerine yaklaşmış olduğunu anladı.

Yusuf, ırmağı takiben yürümesini bırakarak, evlerinin tam karşısında bulunan bahçeye gitmeye karar verdi, bu bahçeden evlerini rahatlıkla görebilecek, babasının eve gelmesini takip edecek ve babasının eve gelmesinden az sonra da evlerine gitmeyi kararlaştırdı.

Ayrıca bu bahçenin girişinde bir tulumba ve tulumbanın önünde de küçük bir havuz bulunuyordu. Azığındaki annesinin hazırladığı ve azık çıkısındaki yemeğini yerken su ihtiyacını da böylece karşılayabilecekti.

Yusuf, düşündüğü bahçeye gelince havuzun yanındaki çimenlerin üzerine oturdu, küreğini yanındaki bir ağaca dayadı, azık çıkısını da altına oturduğu ağacın dalına astı, çok rahatlamış olduğunu hissetti ve evlerine ve komşularına uzaktan bakmaya başladı.

Henüz öğle vakti gelmediğinden, hafif bir esinti bahçeyi kaplıyordu. Bu esinti, Yusuf’a da bu günkü yaşadıklarını bir baştan değerlendirme fırsatını verdi…

Yusuf, öncelikle hiç bir bakışın kendisini rahatsız etmeden bahçeye kadar geldiğine sevindi, bu sevinçle birlikte içinde mutluluk rüzgârlarının estiğini hissetti; ne var ki, bu mutluluk fazla sürmedi ve bu gün neden beğenilmeyip işe alınmadığını düşünmeye başladı.

“Ben elli kiloluk çimento torbalarını hiçbir yardım almadan metrelerce götürebiliyorum… Birkaç katlı binalara da taşıyorum, ayrıca harç karmayı da çok iyi biliyorum; çünkü harç kararken çimento ve kumların oranlarını çok iyi ayarlamak gerekir, ben her zaman bunu çok iyi yaptım ve işveren ve ustalar da yaptığım bu harçları çok iyi beğendiler.” diye içinden geçirdi.

Okullar tatil edildikten birkaç gün geçmişti ki, Yusuf, omuzunda kürek ve küreğe geçirdiği azık çıkısıyla Hükümetin önündeki merdivenlere oturmuş ve dört gün aynı işveren tarafından inşaat işlerinde çalıştırmış ve her çalıştığı gün için de on bir lira almıştı. Aslında inşaat işçileri için günlük on lira olduğu halde bu işveren Yusuf’a on bir lira vermiş, buna diğer çalışan işçiler itiraz edince de “Yusuf okuyor, okuyup büyük adam olacak, onun için Yusuf’un paraya çok fazla ihtiyacı var.” diyerek, diğer çalışanlarını yatıştırmaya çalışmıştı.

Yusuf, sadece harç karmasını değil; kumların da elenmesini çok iyi biliyordu. İnce kumların, ince eleklerden; orta boy kumların, orta boy eleklerden ve iri kumların da büyük gözenekli eleklerden fazla zayiat vermeden eliyordu. Yusuf bu yeteneklerini, küçük yaşına rağmen yıllardır inşaat işçiliği yaparak kazanmıştı.

Çalışmayı çok seven ve hiç yorulmak nedir bilmeyen Yusuf, inşaat işçiliğinin yanı sıra, evlerindeki iki inek ve bir dananın bakımını; bahçedeki ağaçların

sulanmasını; domates, biber, patlıcan, salatalık gibi sebzelerin çapalamasını da yapıyordu.

Okulda da başarılı olan ve arkadaşları tarafından çok sevilen Yusuf, ortaokul ikinci sınıfı ve lise birinci sınıfında iken, arkadaşları tarafından sınıf başkanı seçilmişti. Böylece bütün öğretmenleri ve yöneticileri tarafından tanınmıştı.

Bu gün ise beğenilmediği nedeniyle işe alınmadığı duygusu Yusuf’u için için kemirmemeye başlamıştı. Her ne kadar kimsenin bakışlarına ve bunu işe almamışlar gibi değerlendirilmelere muhatap olmadan düşündüğü bahçeye gelmiş ve bir parça rahatlama hissetmiş ise de; içinde beğenilmemiş olduğu duygusu, gecen her saniye ağır bir taş gibi yüreğine oturmaya başlamıştı.

Öğle sıcaklığının çökmesiyle birlikte Yusuf, acıktığını hissetmeye başladı. Azık çıkısını açtı. Akşam annesinden iki mayalı ekmeğe peynir sıkması istemiş; “annesi yakar oğlum,” diye karşı çıkmış ve haşlanmış bir yumurta, haşlanmış iki patates, yeşil soğan ve bir parça da tuz kararlaştırmışlardı.

Azık çıkısından bir şepit ekmek, bir mayalı ekmek, iki haşlanmış yumurta, iki haşlanmış patates, yeşil soğan ve tuz olduğunu gören Yusuf, yumurtanın iki olmasına sevindi. Tulumbanın yanına giderek, yemeğini yedi.

Yemekle birlikte sıcak, daha da hissedilir bir duruma geldi. Uyumamak için kedisini zorlamaya başlayan Yusuf, içinde oluşan bir boşlukta dönmeye başladığını hissetti, çünkü işe alınmamış olduğunu bir türlü içine sindiremiyordu.

İçinde bulunduğu duygusal durumdan çok çabalamasına karşın, bir türlü kurtulamayan Yusuf, düşüncelerinde kendisini işkencelere atıyor, işkencelerden kurtulmaya çalışıyor, ancak bir türlü toparlanıp da bu işe alınmamış olduğunu normal olarak değerlendiremiyordu.

Yusuf, asırlar boyu farklı yörelerde kurulan köle pazarlarını ve bu köle pazarlarında köle olarak satılan milyonlarca insanı ve ilk köle isyanının Roma’da Spartaküs liderliğinde yapıldığını hatırladı, içini çekti…

YORUM EKLE

banner284