ARKADAŞIM BAŞKOMİSER HÜSEYİN DEMİRTAŞ

O’nunla ilk arkadaşlığım, o yıllardaki adı ile İbrala ilkokulu’nun dördüncü sınıfını birlikte okuduğumuz günlerde başlar. Gerçi ona uzaktan da olsa, ilkokula başladığımız 1940 yılından beri göz alışkanlığım vardı ama, bizim zamanımızdaki çocukluğumuzun geçtiği yıllarda; yalnız yakın akraba evlerinin bulunduğu bir havlu içindeki akraba çocukları, sonra hemen yanımızdaki sokak, şimdi ise o yılların üç mahallesinden gelen yüzlerce çocuğa hemencecik alışıvermemiz imkânsız gibiydi.
Okula başladığım 1939–1940 öğretim yılında; köyümüzün daha önceki Başöğretmeni Latif Turhan gitmiş, yerine de Sırrı Çömlekçi adında, yeni bir başöğretmen gelmişti. Birinci sınıfı kendi köyümüzden Hasan adında bir eğitmen, ikinci ve üçüncü sınıfı Vekil Öğretmen Kemal Uysal okuturken, ara sıra bizlerin durumunu kontrole gelen, ve sorduklarına cevap veremediğimizde bizleri ağırca cezalandıran Başöğretmen Sırrı öğretmenimizden çok korkardık ama, bilhassa üçüncü sınıfta; matematik derslerinin temelini de, O’ndan öğrenmiştik.
Dördüncü ve beşinci sınıfı ise öğretmenimiz; köyümüze yeni tayin olunan Süleyman Aşçı adındaki biri olup, okuldan mezuniyetimiz de, bu öğretmenimiz zamanında olmuştu..İşte bu öğretmenimiz zamanında; Ben, Annem tarafından akrabam da olan,Yukarımahalle’den Ali Karayumak ile, dershanenin en önündeki sıralardan birinde otururken, Hüseyin; hemen bizim sol tarafımızdaki sıralardan birinde, başka biri ile birlikte otururdu.
Hüseyin; bilhassa resim derslerinde öğretmenin verdiği bir şeklin resmini defterine çizerken; resmin üzerine eğilir, boynunu bir tarafa eğerek, dilini de çıkarır, resme devam ederdi ki, hatırladığıma göre; yaptığı resimler de, bir hayli güzel olurdu. O’nun en güzel özelliği ise; daha çok akranları arasında uysal, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyen ve sessizce biri olması dikkatimi çektiğinden,O’nunla arkadaşlığımız işte ta, o günlerden başlamış ve O’nun vakitsiz ölümüne kadar, eskimeyen, eksilmeyen bir sevgi ve saygı ile devam etmişti.
Hüseyin’le arkadaşlığımız ilkokuldan sonra Ziraat Okulunda, daha sonrada aynı yerde açılmış bulunan, altı ay süreli Ziraat Alet ve Makineleri Kursu’nda da devam etmişti.
Okuldan sonra açılan altı aylık kurs sonunda, köye temelli dönmüştük dönmesine ama, akran arkadaşlarımın çoğunun ağabeyleri olduğundan, benim kadar sorumlulukları da yoktu. Ailemin fakir ve kalabalık nüfusunda en büyük erkek çocuk olmam sebebiyle sorumlu olduğumdan; 1950 yılı baharının ilk aylarında,Babamın verdiği birkaç kuruşluk harçlıkla, henüz on sekiz yaşına bile girmeden, Çukurova yöresinde iş arama çabalarım
sonunda; kaderimin beni hiç bilmediğim Gaziantep’in İslâhiye köylerinde, İstanbullu bir beyefendinin müdürlüğünü yaptığı, bir çiftlikte işe girdiğimde; ilk fırsatta köyden yanıma çağırdığım arkadaşım, yine Hüseyin Demirtaş olmuştu.
O yılların Türkiye’sinde; artık yavaş yavaş oranın köy ağaları tarafından da kullanmaya başlanan; traktör, zirai alet ve makinelerin bakım ve kullanması hakkında yeteri kadar bilgileri olmadığından, bunların arızalarının ve ya, ağasının ilk aldığı radyonun bile çalışacak duruma getirilmesi işleri için, bizi çağırıyorlardı ki, adımız ve adresimiz, Hamit Beyin Çiftliğindeki Konyalılar olmuştu.
O yıl çeşitli sebeplerle ayrılanların yerine başka eleman alınmadığı için, iki traktörden birini ben, diğerini de Hüseyin kullanmış ve güz aylarına kadar hazırlanan tarlaların bir kısmına güzlük arpa ekilmiş, kalanı da baharda ekimi yapılacak pamuk için hazırlandıktan sonra, o yılki çalışma mevsimi de bittiğinden, Ben ve Hüseyin köyümüze dönmüştük.
Hani Napolyon’un “Para, Para, Para” sözleri var ya, ne kadar doğru bir söz olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum..Geçen yıl bu günlerde ;taa yatılı okuldan beri giymekte olduğum eski bir ceket,yıllarca giydiğim tekbir pantolon ve yırtık ayakkabımla dışarı çıktığımda; suyu içine çektiğinden ıslanmış çoraplarımın içinde üşüyen ayaklarım, hiç param olmadığından, diğer akranlarım gibi; bir kahveye girip çay içme şansımın hiç olmadığı günleri hatırladım..
Köyde kendimi tamamen yalnız, gücü hiçbir şeye yetmeyen, zavallı biri hissine kapılıp, kış olmasına rağmen kendimi; o mevsimde bile kimsenin bulunmadığı yerlere, bahçelere, yani insanların olmadığı yerlere attığım,hayallerle avunmaya çalıştığım kabuslu günler yani…
O yıllar örf ve adetlere göre; çocuklar da erkenden evlendirirlerdi. Akran arkadaşlarımdan; nişanlanan veya evlenme hazırlığında olanlar olduğu gibi, çoğunun bir kızla gizliden arkadaşlığını da duyardım. İşte bu koşullar içinde geçen yılı yukarıda da anlattığım gibi; daha kışı bile çıkarmadan, kendime bir iş bulmak için köyden ayrılmış ve şansımın bir armağanı olarak, bir İstanbul efendisi de olan, Hamit DEREN adında birinin çiftliğinde işe girmiştim...
Çiftlikte ilk işe başladığım gün; üst ve iç giysilerimle birlikte ayakkabılarımda yenilendiğinden, eskiler çoktan çöpe atılmış, yepyeni giysilerim içinde iki ay sonra kendisini oraya çağırdığım arkadaşım Hüseyin bile, beni ilk gördüğünde bayağı şaşırmıştı.
İşte şimdi Hüseyin’le köye dönmüş, daha önceleri ailelerimize gönderdiğimiz haricinde cebimizde; köydeki akranlarımızı kıskandıracak kadar paramız, o yıllar hiç kimsenin üzerinde olmayan pırıl pırıl elbise ve yenice çıkan, lastik çizmelerimiz de olduğundan, o koca köyde; şimdiye kadar bilmediğimiz yeni akraba ve arkadaşlarımız olmuş, komşulardan kızları olanlardan, daha çok yakınlık da duyar olmuştuk.
Ancak, bütün bu güzellikler ve cebimizde; para ile birlikte birde, o yıllarda pek umursamadığımız, ama ileriki yıllardaki hayatımızdan en güzel günlerini zehre çeviren, Hüseyin’i genç sayılan yaşta aramızdan alan, benimde otuz beş yıl evvel bıraktığım halde; hala vücudumda bıraktığı tahribat sebebiyle, normal şekilde nefes almakta zorluk çektiğimin baş sorumlusu, sigara paketi de vardı.
Çiftlikte sıcak günlerde geceleri, diğer günlerde gündüzleri çalışır, traktörle ekim mevsimine kadar tarlaları hazırlar, boş zamanımızda da; köyden, eh birazda
köyümüzdeki kızlardan bahsederken; Hüseyin cebinden bir sigara çıkarıp yakar, “Hani geçen hafta sigarayı bırakmıştık” sözlerime;“beş kuruş verirsen, sana da bir sigara veririm”şakası ile karşılık bir siğara da bana verdiği için, bu alışkanlığımızda böylece devam edip giderdi. O yıl okuduğumuz bir kitapta geçen isimlerden biri Alfret, diğeri de Frederik’ ti ki; ömür boyu yalnız olduğumuzda Hüseyin bana hep “Alfret” bende ona Frederik diye hitap etmişizdir...
Askere gidinceye kadar o çiftlikte kazandığımız parayla evlenmiş, önce Hüseyin, sonra da köyden onlarca arkadaşımın, o çiftlikte hayatlarını kazanmasına bir nevi yardımcı da olmam sebebiyle içimde; birilerine faydalı olduğum duygusunu da yaşamış olmuştum..
Askerliğimizi yaptığımız Gelibolu’da Hüseyin’le yine birlikteydik. O sıralarda benim bir oğlum, Hüseyin’in ise bir kızı vardı. Yani ikimizde askerden önce evlenmiştik. Asker dönüşünde birlikte müracaat ettiğimiz Polis memurluğunda, ben gerekli raporu alamadığımdan, polis olamamış, Hüseyin ise trafik polisi olarak, benden önce memurluğa girmişti. Ben ise; o yıl köyümüzdeki ilkokulda vekil öğretmen, sonrada Ziraat Bankasında memur iken bile; fırsat buldukça, yine birlikte oluyorduk.
Allah kimseye evlat acısını tattırmasın ama, Hüseyin hayatının en büyük acısını; Mut Yolu Sertavul yakınlarında bir kamyondan üzerine düşen kalasların altında can veren Kızı Aysel’i kaybettiğinde yaşadı. Kazayı duyar duymaz köye dönmüş isem de; maalesef cenazeye yetişememiş ama hem Hüseyin’i ve hem de eşi Nermin Hanımın acılarını elimden geldiği kadar paylaşma imkânınım olmuştu. Nermin Hanımın yürekler parçalayan; “yavrumun beynini avuçlarımla topladım Tevfik bey” sözleri hala kulağımda. Hüseyin ise; tamamen kendini kaybetmiş, bön bön bakan, tamamen sessizliğe gömülmüş, biri halindeydi…
O’nu bulunduğu ortamdan birazcıkta olsa ayırıp, hava almasını sağlamak için; koluna girerek,Köyde Yukarı Köprü’den geçirmiş, Karşıyaka’ya vardığımızda; ani bir hareketle, başını omuzlarıma koyup; kızının ismini de söyleye, söyleye ağlamaya başladığında, dayanacak yüreğimde olmadığından, dakikalarca bir birimize sarılarak ağlamıştık ki; ağlamak arkadaşımı da birazcık olsun ferahlatmış ve Bana dönerek; “Herkes gibi çocuklarım arasında bir ayrım yapamam ama, bu kızım Aysel; ötekilerden tamamen başka biriydi. Her eve geldiğimde;‘Nasılsın babacığım, yoruldun mu? Sana bir kahve yayım mı?’ der. Yanıma da oturarak; o gün, yaptıklarını tatlı tatlı anlatırdı”, demişti.
Polislerin hemen hemen hepsinin; meslekleri icabı karşılaştığı olaylar sebebiyle, sert tavırlar almaları normal sayılır, ancak arkadaşım Hüseyin; ailesinden aldığı ilk terbiye çemberini hiç kıramadığından, ömür boyu tertemiz kalmıştır. O’nun ağzından çıkan bir küfrü asla duymadım.Canını en fazla sıkan muhatabına bile söylediği en ağır sözü; “Hadi ordan”veya “Dingil” sözleri olurdu..
Mesleğinde de tertemiz kalmış olan arkadaşımın bu özellikleri amirleri tarafından da bilindiğinden takdir edilmiş ve Başkomiser unvanına kadar yükselmiş, çeşitli yerlerdeki hizmetlerinden sonra, isteği ile emekliye ayrılarak, Karaman’da yerleşmişti.
Emekli olduktan sonra mesleği ile ilgili olarak, trafik ve sigortacılık işleri bürosu açtığından; Konya’dan, Karaman’a her gelişimde, ilk uğradığım yer Hüseyin’in o bürosu olur,taa çocukluktan beri beraberliğimizde karşılaştığımız olayları konuşur, aynızamanda
ailelerimizle ilgili; iyi kötü sırlarımızı bile çekinmeden paylaşır, bir birimizi teselli etmeye çalışırdık.
Yukarda da yazdığım gibi: O’nu en fazla etkileyen olay Kızı Aysel’i, o elim kazada kaybetmesi olmuş, bu sebeple kendini bir türlü toparlayamamıştır. Son zamanlarında akciğer kanseri olduğunu bildiği halde bile; doktorunun ve sevenlerinin bütün ısrarlarına rağmen, sigara içmeye devam ettiğinden, O’nu genç sayılan bir yaşta, ebediyen kaybetmiştik….
Sana sağlığında da meraklısı olduğundan, içinde bulunduğumuz şu günler için şöyle seslenmek istiyorum:“Kardeşim Hüseyin, yurdumuz şu günlerde senin bildiğinden de kötü. Güney İllerimizde PKK ile olan savaşta her gün şehitlerimiz geliyor. Kendi vatandaşlarımızla bile barışık değiliz. Ortadoğu bataklığının sebeplerini bildiğimiz halde, bizi birbirimize bağlayan laikliği bile yeni anayasada görmek istemeyenler var. Hani bir zamanlar seninle İslahiye’ye bağlı Elbistan Höyüğü,Toplama,Kürdikanlı, Katrancı, Kırkakağaç,Belpınar ve Örtülü köylerinde gündüzleri sıcak olduğundan, geceleri sabaha kadar birer traktör üstünde tarla sürdüğümüz günler vardı ya.Hani hiçbir korku duymadığımız o yılların geceleri.Bu günlerde; oralarda geceyi geçtik, gündüzleri bile korkulur oldu”.
Çocukların iyiler. Oğlun Ayhan; bildiğin gibi, senin açtığın büroda mesleğini yürütüyor. Karaman’a her vardığımda, aynen senin sağlığında olduğu gibi; O’nu da o büroda ziyaret ediyorum. Resmin; resmi kıyafetin içinde, hala başköşede asılı duruyor.
Bin bir zorluklarla aldığın evinin çırasını ise,adını dilinden düşürmediğin,hayatının en güzel yıllarını sana ve annesine vakfeden,ilk göz ağrım dediğin kızın Ayten yakarken tertemiz bir kalple yaptığı dualarını da sana ve annesine yolluyor.
Bir kardeş derecesinde sevdiğim Arkadaşım Hüseyin.. Önümüzdeki 21 Haziran 2016 tarihinde, 12 yılını dolduracak olan Bizden ve Dünyadan ayrılışın sebebiyle;Seni bir kere daha beraber geçirdiğimiz anılarla birlikte anarken dileğim, Allahtan en güzel selamları ile birlikte, en bol rahmeti de, seninle olsun..
YORUM EKLE
YORUMLAR
Hayri demir
Hayri demir - 8 yıl Önce

Harika yine

banner284