BENDEKİ İSTANBUL

Herkesin bir İstanbul’u vardır. İflah olmaz tutkunları vardır, bu haliyle, böyle olduğu için sevenleri vardır.
Şehir insana sosyal saygınlık kazandırıyor olacak ki; kasabasından çıkıp gidenler, varoşlarında kendilerine yer bulabildikten sonra tereddüt etmeden ve gururla: İstanbulluyum, diyebiliyorlar. Kökten İstanbullular neyse de sonradan İstanbullular bile bu şehri seviyor. Bu büyük kapının verdiği aidiyet duygusu, mahşeri kalabalığına ve trafiğin keşmekeşine baskın gelmiş, durumunu kanıksamışlar. Zaten seven bu haliyle seviyor onu. “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” hesabı; İstanbul’da oturup da denizini, boğazını görmeyenler bile halinden çok şikâyetçi değil. Gelenlerin elini dilini bağlıyor olacak bu büyük hipnozcu. Bu durum psikolojinin, sosyolojinin alanına giriyor.
Aslında sorun, İstanbul’a şu veya bu vesile ile günübirliğine veya birkaç günlüğüne gelenlerde. Gelen misafirleri şehrin girişinde tabelasındaki nüfus hanesini görünce gerilmeye, şişmeye başlıyor, dönüşünde, İstanbul’dan çıktığını gösteren tabelayı görünce ise gevşiyor ve derin bir oh çekiyor. İstanbul’unuz sizin olsun, demekten kendini alamıyor.
Biz taşradakiler için İstanbul, kalabalık ve trafik demek, beklemeden, sabretmeden hiçbir şeyin elde edilemeyeceği ömür törpüsü demek.
Herkesin bir İstanbul’u vardır. Kimine göre büyük paralar kazanılan bir ticaret ve üretim merkezi. Kimine göre varlığın, bereketin, bolluğun refah ve müreffehin ülkesi. Kimine göre, deniz, boğaz, köprüler, camiler, tarih, kültür demek. Kimine göre şairin, şiirin, aşkın kaynağı, çapkınlığın, hovardalığın, çekici başkenti.
Benim için İstanbul, henüz ilkokula başlamamışken anne babamın dönüşlerinde bana bisiklet sözü verip, fakat denize düşürdükleri (!) aldığını vermeyen bir kör kuyu. İlkokul çağları akrabalarımın yoğun olarak oturduğu Şirinevler gibi çoğu gecekondu görünümüyle salaş bir şehir. Boş alanlarında 13-15 yaşındaki tek tip forma ve kramponları ile Karaman Işıkspor takımından fersah fersah ileride, uzay futbolu oynayan bitirim çocukların semti Şirinevler.
Lise çağında Beyoğlu’sunda Yeşilçam’ın Sütçü lâkaplı kötü adamı Süheyl Eğriboz’u, Tophane’de koltuğunda özenle katlanmış Cumhuriyet Gazetesi ile Hulusi Kentmen’i, Bakırköy sahilinde ses sanatçısı Ahmet Sezgin’i, Bakırköy Tren Banliyösü altındaki kahvede bilardo oynayan Tarık Akan’ı gördüğüm şaşırtıcı şehir.
1973 yılında Bayrampaşa Demirkapı Caddesinde ve Bahçelievler’de Yugoslav göçmeni Cemalettin ve oğlu Yaşar’ın yanında iki ay çalıştığım şehir. Aynı yıl Allah akıl fikir versin Karaman’dan Esat Okur, Rasim Ay ve Muammer Özgen’le Türkiye-İtalya futbol maçına gittiğimiz çekim merkezi. Üniversite imtihanına girdiğim, fakat zerre hatırlamadığım aklımı başımdan alan dâvetkâr sevgili.
Babaannem ve Anneannem çocuklarının göbeğini dışarı atmış olacak ki; babam hariç, amcalarım, halalarım ve dayılarım dedemin onca malını mülkünü, bağını bahçesini, tarlasını tapanını eliyle itip, 1950’li yıllardan itibaren yerleştikleri, sıla belledikleri anayı kuzusundan ayıran münafık şehir.
Mukaddes halamın Hüsnü amcamla oturdukları bahçeli ikiz evlerinde ekseriyetin aynı tencereden yiyip içtiği yıllarda, lokanta usulü masada ve ayrı tabaklarda yemek yediğim ilklerin şehri. Mütevazı Şirinevler’den ilerilerde gece renkli birer fener gibi yükselip ışıldayan Türkiye Emlak Kredi Bankası Evleri Ataköy semtine Hüsnü amcamızın bizleri yürüyerek gezmeye götürdüğü ışıklar içindeki yaldızlı ülke.
Ataköy’de oturup, Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde eski İstanbul’un zarif bayanlarını, seçkinlerin terzisi Rıfkı Aydın amcama avuçla para ödedikleri ütü kokulu ikinci kat terzihanesi, ekmek teknesi.
Babamın 40 yıl önce yıllar yılı, İstanbul’a taşınacağız deyip de bir türlü kısmet olmayan, sıra bize gelince bize kimya olan şehir. Birkaç yıl önce dayımın oğlu Yaşar Bacak’ın babamın daire almak istediği siteyi gösterince, bana 15 yıl önce kısmet olmayan Ankara’yı aklıma getirip yüreğimi sızlatan vefasız.
50 yaşındaki 30 yıllık sütçümüz Ömer’in 10 ineğini bırakıp da bir türlü gidip göremediği hayırsız. Son olarak halamın oğlu Mehmet Arif Bacak abimin vefatı nedeniyle gidip, yerlisinin, biz bari kalabalık etmeyelim, deyip başka şehirlere ölmeye gitmiş olacaklar ki mezarlıklarında İstanbullusu olmayan, fakat yalnız Anadolu’nun değil Balkanlar ve Kafkaslardan insanların dinlendiği bir büyük dünya mezarlığı.
Bir taşralı olarak, Topkapı Sarayı’nı araba vapuru ile Boğaziçi’ni görsem de Büyükada’sında faytonuna binsem de, Bakırköy’ünde sandalla açılsam da, Büyükçekmece’sinde Zargana balık avlasam da, Sultanahmet Camisi’nde iki rekât namaz kılsam da, ertesi gün gübür gübür Karaman’a koştuğumu sende biliyorsun göz boyayıcı İstanbul.
Herkesin bir İstanbul’u vardır. Benim için İstanbul’un karşılığı bunlar.
1970 yılında belki de nüfusu 2 milyon iken Asya-Avrupa yakası ile Boğazı ve Haliç’i ile bana pek bi karışık gelen şehir, bugün ulaştığı 20 milyon nüfusun getirdiği zorlukları anlatacak Türkçede kelime bulamadığımdan durumu yüksek anlayışlarınıza sunuyorum. 1970’li yıllarda, bu İstanbul’un hali ne olacak, diye meğer pek bi erken hayıflanmışız. Türk Dil Kurumu İstanbul’un bugününü anlatacak yeni kelimeler üretip türetebilirse 2016’daki hali pür melâlini yazma imkânımız olur.
Bu çileli şehir pek çok Avrupa devletlerinin nüfusunu geçerken, 20 milyona dayanırken şehrin seçilmiş ve atanmışları neredeydi. Üstüne üstlük Üçüncü Havaalanı, Üçüncü Köprü ve Kanal İstanbul Projesi ile bir şehre bu kadar da yüklenilmez ki.
Allah göstermesin bir harp-darp olsa, İstanbul tökezlese ülke düşer. Allah vermesin, İstanbul’da deprem olsa, ülkenin temelleri sallanır.
Oysa kıyısındaki Çanakkale kaldırım mühendisi olmuş geziyor. 50 bin nüfuslu Bilecik boş duruyor. Karadeniz’de yüz bin nüfuslu Sinop İzmit’in gördüğü işi görür. Anadolu’nun ortasında ovanın düzünde deprem riski olmayan 150 binlik Karaman kale gibi duruyor.
Ah İstanbul..! Daha ne söyleyim. İnsana bu kadar yüklenilmez ki. Aziz İstanbul, sana bu kadar da yüklenilmez ki.
 
YORUM EKLE

banner284