BİR ZAMANLAR (İBRALA) YEŞİLDERE’DEKİ YUKARIDERE BAHÇELERİ

Hani derler ya; insanlar çocukluk yaşlarında olanları asla unutmazlar diye. İşte ben de bu yazımda; içinde doğup, havası, suyu, ekmeği ile büyüdüğüm çocukluk yıllarımın geçtiği bu tarihi beldenin, o yıllarda en çok meyve ve sebze ihtiyacını da karşıladığından, büyük öneme sahip, ayni zamanda İrem bağları kadar güzel, Yukarıdere bahçelerinden bahsedeceğim.
Değirmenönü bahçemize; okul tatil olduktan hemen sonra göçer, okul açılana kadar da, orada yaşar, sonra köydeki evimize dönerdik ki, burası çokça gözlerden de ırak olduğundan, fakirliğimizi kısmen örter, yakacak, su ve bir inek ile bir de merkebimizin kolaycacık beslenmesine yardımcı olurdu. Ki, işte ben aklımın erdiği, yani ilkokula başladığım tarihten ve o okuldan mezun olduktan sonraya, ertesi yıl da bir yatılı okula gidinceye kadarki çocukluk yıllarımı, hemen hemen hep o Yukarıdere de yaşadım.
Ailede en büyük erkek çocuğu olmam sebebiyle; okula gitmediğim günlerde, kış ayları boyu, evimizin altındaki ahırda beslediğimiz inek ve merkebimizin gübrelerini, babamın ve anamın yardımlaşarak bir harar içinde boz eşeğimize yükledikleri gübreler bana teslim edilir, ben de bahçemize götürüp dökerdim. İlkbahar aylarında da; Boduk Emmimin öküzlerinin çektiği sabanla, babam aktarır, ikiler ve anamla birlikte; ‘Dartma’ denilen aletle ekilecek sebzelerin karıklarını yapar, ekime hazır hale getirilir, sonra da ekilirdi.
Köyün altındaki tarihi Karşıyaka köprüsünden başlayıp, İbili ve nihayet taa Taşkale hududu olan Bentbaşı’na kadar, derenin bu tarafına Yukarıdere, diğer tarafına da Karşıyaka denilir, buradan ayrılan iki arktan biri Karşıyaka’daki, o yıllarda tarla olan, arazileri suladıktan sonra, köy yakınlarında dereye dökülürken, adına Buyaka da denilen, Yukarıdere için ayrılan ark; o yıllardaki bol suyu ile Yukarıdeğirmen’e kadarki bahçeleri suladıktan sonra, o yıllar çok değerli bir varlık olan Değirmeni de döndürdükten sonra, yine kalan bahçeleri de sular, Aşağıdeğirmeni de döndürdükten sonra, o da dereye dökülürdü.
Yatılı okuldan sonra ilk hayata atılışım, askerliğim ve uzunca süren memuriyetim, uzak diyarlarda olsa da, her fırsatını yakaladığımda; buraya iki günlüğüne de gelsem, çocukluğumun önemli bir kısmını yaşadığım Yukarıdereyi, şimdilerde bir viraneye dönse de, oradaki bahçemize mutlaka gider, o eski günlerimi adeta tekrar yaşar gibi olur, ama üzgün, hüzünlü ve boynu bükük olarak, dönerim.
O çocukluğumdaki günleri şöyle bir hatırladığımda; Yukarıdere’de bahçesi olanlar gibi, ben de; baharın ilk aylarından itibaren, oradaki bahçemize; önümdeki, sırtında (ters) çiftlik gübresi hararı yüklü kır eşeğimizi deh!’lerken, solumda değirmene giden arkın o kendine has tatlı mırıltılı sesini, sağda ve solda, bir birine bitişik bahçelerdeki; erkenden çiçek açan meyve ağaçlarının bembeyaz çiçeklerinin ve yolboyu hemen hemen her bahçedeki ulu ceviz ağaçlarının yenice açmış yapraklarından etrafa yayılan, ‘ana-baba’ kokularını, dalları arasında “cirit, cirit” sesleri çıkararak, bir birini kovalayan (teyin) sincapları, arkın kenarlarında henüz daha yeni yeni yaprağını açmakta olan çalılıklardan gelen, ancak kendilerini göremediğim, çalı bülbüllerinin seslerini, söğüt dallarının henüz yaprağını açmamış ip ince sarkan ve arkın sularına göre, sanki dans eden, yeni, incecik dallarını görür, sağda bahçelerin hemen altında, bahar selleri ile çoşan deremizin sesini duyardım.
Bahçemize geldiğimde ise; anamın tarif ettiği yere gücüm yetmediğinden, gübre hararını zorluklarla boşalttıktan sonra, ertesi gün yapacağı saç ekmeği yanında, böreğini de yapacağı için, bahçenin kuytu yerlerine ekilmiş ıspanaktan, biraz da bir tarafa gömülü pırasadan çıkardıktan sonra, yazın; içinde yattığımız, tek odalı dam’ın duvarı kuytusunda, yenice açan mor menekşelerden de, ufacık bir desteyi itina ile bir yerlerime saklayıp köye dönerdim.
Artık diğer komşular gibi, bizim bahçemize de çeşitli sebzeler ekilmiş, anamın marifetli elleri ile tımarları yapılmış. ilk salatalığımız da, akşamki soframızın pilavı yanındaki ayranımızın içine incecik doğranmış, ve o yıllarda köyde yetiştirilen sebze ve meyveler için söylenen; “Göğü, (yeşili) tattık, derdi attık” deyimine göre; bütün bir kış boyu hiç tatmadığımız yeşilliğe, hastalık ve dertlerden de kurtulduk manasına, kavuşurduk..
O yıllarda köye ulaşım olmadığı gibi, bugünkü Starking, Golden ve hatta Amasya elması çeşidi olmadığı için, o yıllardaki mevcut meyve ve sebzeler için söylenen; “Gökçe baylık, bir aylık” deyimi ise; bu ürünlerin ömrü çok kısa ve az, veya ani bir soğuk gelir vurur, manasını taşırdı.
Aklımda kalan üçüncü deyim ise; “Çıktı bostan, ayrıl dosttan”; yetiştireceğin sebze, meyveler ancak sana yetecek kadardır, başkasıyla paylaşma. “Geldi güz, dostunu düz”; artık güz ayları geldi, önümüzde zorlu geçecek kış günleri var, kendine dost ve arkadaş edin, anlamındaydı.
Artık mevsim itibariyle Yukarıdere çok hareketlidir. Burada bir de o yılların en değerlisi, su değirmeni de, olduğundan kalabalıktır. Köyden oraya giderken; o ulu ceviz ağaçları da yapraklarını tam açtıklarından, yol boyu çok zaman, güneş bile görünmez olmuştur. Artık her bahçede insanlar görülür, komşu bahçelerden, benden büyük kızların, çeşitli türkü ve şarkıları duyulur olmuştur. Akşama kadar orada yetiştirilenler yenilir, içilir, akşamları köye dönülürken, merkeplerin sırtında heybeler, sepetler içinde domates, salatalık ve diğer sebzeler olur, bahçelerde pişirip yedikleri taze mısırların yemyeşil sapları da, akşam sağacakları ineklerine verilmek üzere, merkebe binmiş şahsın önünde köye götürülürdü.
Son güz aylarına da gelindiğinde ise; o günkü “Kap kapan günü” deyimine göre; artık hasada da başlanmış, bağda/bahçede ne varsa, köydeki evlere taşınmaktadır. Yukarıdere; o günler bir panayır yeri gibidir. Fazla eriklerden bilhassa burada yetişen üzüm erikler ve en önemlisi de o meşhur cevizler çırpılmış, yeşil kabuklarından ayrılmışlar, köyde o yıllardaki toprak damlara, kurutulmak üzere serilmişlerdir. Damlarda; unluk, bulgurluk, ceviz, erik, tarhanalık ve diğer kurutulması gerekenler var.
Yakacak daha ucuz ve çok olduğundan, bağlardan toplanmış üzümler, pekmez için kazanlarda, domates salçaları da leğenlerde kaynatılırken, altındaki bol ateşin bir tarafında da, son süt mısırlar pişirilir, sıcak sıcak yeniliyordu Ki o yıllardaki tadı ve kokusunu, hala duyar gibi olurum..
O yıllar köyün umumi çeşmelerinde bile musluk olmadığından, çeşmeler gece/gündüz dolu, dolu ve özgürce akarken, Yukarıdere yolunun hemen yanında uzayıp giden ark, Aşağı Değirmene doğru dolu, dolu, berrak, içilebilir, tertemiz ve kendisine has sesi ile, devamlı akar, deremiz de; bahar aylarında, aylarca deli/dolu akan selli sularından sonra, durulur, mecrasına çekilir, tertemiz ve bol akan sularında çeşitli balıklar oynaşır, bilhassa geceleri, kurbağa sesleri, taa uzaklardan duyulurdu.
Her yıl olduğu gibi, bu yıl da Köyü Eylül ayında yine ziyaret ettim. Ancak hem köy ıssız, ve hem de bir zamanların, bilhassa yaz aylarında insanların kaynaştığı, cennet misali, o güzeller güzeli Yukarıdere, artık birer viraneye dönmüştü. Kısacası: Oraların tamamı, artık yalnızlığın, terk edilmişliğin hüznünü yaşıyorlardı ki, yine boğazımda düğümlenen acı duygular içinde, oradan ayrıldım..
YORUM EKLE

banner284