ESKİ ZAMAN ÇOCUKLARI – 3

En baştaki yazımda da söylediğim gibi; çocukluk yıllarımda olan örf ve adetlerimizi, zengin/fakir demeden yaşantımızı, o yılların tek geçim kaynağı öküzlerin çektiği sabanlarla yapılan iptidai çiftçiliği, anlatmaya devam edecek olursak.

O günler çevremize ve köyümüze çok kar yağdığı için; bilhassa akşama doğru, daha ziyade evin erkeklerinden birisi dama çıkar, tahtadan yapılan geniş ağızlı küreklerle; karlar yollara ve avlulara kürünür, sonra ahır ve samanlıklardan alınan saman artıkları serpilir, yine ahşaptan yapılmış çıkrığın özel kısımları, her binanın üzerinde bulunan taştan merdanenin (yuvak) yanlardaki deliklerine geçirilerek, damın üzerinde defalarca çekilerek, toprak sıkıştırılır, böylece evin içine akıntısı önlenirdi.

Ancak bu sefer de, o damlardan kürünen karlar sebebiyle yollar, sokaklar kapanarak geçilmez hale gelir, erkeklerin su taşıması ayıp sayıldığı için, kadınlarımızın içme ve kullanma sularını, taa çeşmeden taşıması gibi, o yıllarda develer dahil, her çeşidinin sürüleri de olan ve kış mevsimi sebebiyle ahırlarda bakıma alınan, binlerce büyük ve küçükbaş hayvanlarında, ta o çeşmelere kadar, sulanmaya götürülmesinde zorlanırlırdı.

İptidai de olsa; eti, sütü ile birlikte yün ve derileri ile, gerek köy içindeki tüketimde, gerekse köy dışında, tıpkı ulusların başka bir ulusa yaptığı ihracat gibi, daha çok Karamana veya köye gelen tüccarlara satarak, kendimizin üretemediği ve para ile alacağımız diğer tüketim ihtiyaçlarının karşılanmasına en büyük destek te, bu hayvancılığımızdı.

Hele çok küçükken; o meşhur avlu kapımızın aralığından yola baktığımızda, bizden sonraki ev sahiplerine ait develeri korka korka seyrederken: “Höst deli deve, yükü bizim eve, boku sizin eve” tekerlemesini, her gün, sabah erken sağdığı ineğini ve onun danasını Camiönünde birikmekte olan sürülere yetiştirmek için; telaşla ve “Ho, Ho” diye evimizin önündeki sokaktan geçen kadın ve kızlarımızı, yaz aylarında belki de ayda bir defa, yine köyde Camiönü’ndeki alana gelen ve sahipleri tarafından; tuz verildikten veya ufak tefek bakımı da yapıldıktan sonra, tekrar meraya çıkan deve, sağılmayan yoz sığırı, at, kısraktan oluşan beygir sürülerini ve hele hele sayıları en çok olan, köyün yaylalarından başka, Döşeme, Aşağıdere, Korundibi ve Pınarkolu denilen, yakın mevkilere öğle üzeri sağılmaya gelen koyun keçi sürülerini hatırlarım.

Tıpkı insanlarımızda olduğu gibi, hayvanlarımızda da; o yıllar sebebini ve daha önce alınacak tedbirlerini, ilaçlarını bilemediğimizden ve imkânsızlıklardan, o yıllardaki anlatımı ile; “Bir kıran geldi, çoğunu götürdü” denilerek, bugün artık çaresi bilinen hastalıklar sebebiyle ölürdü ama, yine de bize yetecek kadar yenileri dünyaya gelerek, nesilleri devam ettirilirdi.

O yıllardan hatırladığım kadarı ile, hele böyle çok ölümlü “kıran yılları”nda; hastalığın kendilerine bir daha uğramaması ve hasta olan hayvanların sıhhate kavuşması için; eski yazı bilenlere Nüsha-Kâğıt yaptırmaktı.

Artık İkinci Cihan Savaşının sonları da olan 1945 yılına geldiğimizde bütün Türkiye üzerinde olan çeşitli vergi yükünün çoğunun köyümüzden de yavaş yavaş kalkmasıyla; iktisadi hayatta bazı imkânlar devreye girmiş, hayat kolaylaşmış, hatta bu durum ailemizde de görülmüştü ki; ahırımızda tek olan bir merkebimizin yanına, bir ineğimiz, danası ve sürüde; on kadar koyun ve keçimiz de olmuştu.

O eski yıllarda Allahın her günü; o tarla ve meraları dolduran, yukarıda isimlerini saydığım hayvanlarımız artık yok. Son yıllarda samanı ithal ettiğimiz gibi, şu günlerde de sofralarımızda nasıl kesildiğini bile bilemediğimiz, çeşitli ülkelerden ithal edilmiş, ucuz etler var... İşte bütün bunları da gördükçe; bir zamanlar köyümüzdeki otlak ve meralarındaki kekik ve yavşan kokan otları ile beslendiğinden; et ve süt ürünlerinin de hem hilesiz, hem kendine has tadı ve kokulu, hayvanlarımızın ürünlerini hatırlar, gözlerim yaşarır.

Hayvanlarla ilgili olarak bir de; köyde bunların hemen hemen değişmeyen, geçimini çokça bu yoldan kazanan, müdavim çobanlar vardı ki; aklımda kaldığı kadarı ve o günlerdeki lakapları ile:

Tat Mehmet, Ataş Oğlan, Kireici Hasan, İci Duran, Hallov Musa, Kıllı Ahmet, Davar Mehmet, Çakal Duran, Deli Durmuş, Tilkicinin Sadık, Telli ve daha niceleri.

O yıllardaki yaşama gelince:

Köy dışarıya da kapalı olduğundan; aşağı yukarı halkının tamamı burada doğmuş olanlardan birazcık ta, daha çok (eski yıllarda) Gödet, Zengen gibi yakın köylerden gelin olarak gelmiş olanlar ve çok azı da çeşitli sebeplerle; Hükümet tarafından köye yerleştirilmiş, çok uzaklardan gelip, örf ve adetleri bizlere hiç uymayan, Göçmen ve Kürt kökenlilerden, köyde kalıp, çoluk çocuğa da karışarak, yani onlardan kız aldığımız gibi, kızımızı da verdiğimizden, bizden biri haline gelip, asimile olmuşlardan, oluşuyordu.

Bunlardan da aklıma geliverenler; Yusuf Talo’nun babası Kürt Ahmet, Kör Şevket’in babası Kürt Seyit ve Kürt Hızır gibileri olup, bunlara ilaveten; köye iki adet te göçmen ailenin geldiğini bunlardan birinin Döşemeye çıkarken sağda; sonradan Deli Kadir’in bahçesinde, diğeri de Korundibi’nde ismini hatırlayamadığım, sonradan köyü terk etmiş aileleri hatırlıyorum.

İlkokula başladığım 1939 yılı; Almanların başlattığı, daha çok da Avrupa’yı kasıp kavuran, sonra da Asya Kıtasına sıçrayan, İkinci Dünya Savaşları da başlamıştı. Almanlar aşağı yukarı bütün Avrupa’yı işgal etmiş ve Trakya’daki sınırlarımıza dayanmış.

Müttefiklerin, bilhassa Çorçil’in, bütün sıkıştırmalarına rağmen, bahaneler ileri sürerek, tarafsız kalmayı sürdürürken, terhislerini de ertelediğimiz, iki üç kat fazla askeri de, bilhassa savaşa yakın sınırlarımızda konuşlandırmış oluyorduk ki; 1953–1955 yıllarında askerliğimi yaptığım Gelibolu, Bolayır çevrelerinde; bir birine yakın ve çok sayıda, o yıllarda kullanılmış kışla yıkıntılarını da görmüştüm.

Bu sebeple; bu askeri beslemek veya daha kötü günlerde kullanmak üzere birçok yeni tedbirler arasında, bütün Türkiye’de olduğu gibi; çiftçilerden alınan, şu anda ismini hatırlayamadığım bir nevi vergi, köyümüzde de yürürlüğe girmişti. Harman zamanı mahsulün sap ve samanından ayrıldığı sırada; devletin bir memuru gelir, elindeki ahşap mühürle (ceci) mahsulü mühürler, çiftçinin ihtiyacı olan yiyeceği, tohumu haricindeki kalan kısım, sanırım parası da ödenerek alınırdı.

Dördüncü sınıfı okuduğum yılın yazında; Rahmetliler Lobutların İsa ve Osman’ın; Akpınar’daki harmanlarını çekerken, bu iş için görevlendirilmiş sınıf öğretmenimiz Süleyman Aşçı; birinin kullandığı motosikletle gelmiş, orada yeni çıkmış harmanları mühürleyerek, yine o motosikletle, başka yerlerdeki harmanlara doğru süratle gitmişti. İşte ailecek bir kısmını yukarıda yazdığım maddi yönden en zor günlerimiz de, o yıllarda başlar. .

Asker ve daha kötü günler için alınan bu mahsuller; o yıllarda depo ve silolar da olmadığı için, bazı yerlerde camilere de konulduğundan, son yıllarda bu durum siyasilerce; o yıllardaki hükümetler adına, aleyhte kullanılmıştı.

O zor günlere dönecek olursak:

Savaşa girmemişsek de; onun etkilerinden, bütün yurt çapında etkileniyorduk. Şehirlerde ekmeğin karneye bağlandığını işitiyor, Karaman’a gidenler dönünceye kadar yiyeceği ekmeği yanında götürür olurdu. O yıllar köyümüzde elektrik olmadığından, lambalar için ayda gönderilen gazyağı; evimize yakın Alpellilere ait dükkanda, Katip Hüseyin Efendi tarafından köy halkına gelen gazyağı; isim isim ve gelen miktara göre taksim edilir, parası alınır, lamba yakıldığında ışığının dışarıdan görünmemesi için, perdelerinin sıkıca kapatılması anlatılırdı. Çünkü uçaklardan görünme ihtimali için yasaktı.

O yıllarda köy için gönderilmiş akülü radyo; akşamüzeri şu andaki Belediye binasının yerindeki üstü Halk Odası ve Muhtarlık olan ikinci kattan, aşağıdaki kahvenin bahçesinde bir masaya yerleştirilir, meşhur AJANS HABERLERİ adı ile ve bilhassa süren İkinci Dünya Savaşından haberler; pür dikkat dinlenirdi. Aküsünün şarjı ise; Kale’de kurulan bir düzeneğe yerleştirilmiş, rüzgâr kuvveti ile döndürülen, şarz dinamosuyla yapılırdı.

1940 yılında köyün muhtarı rahmetli Topal Musa o yıllar Karaman’da olan Süvari Alayını köyümüze davet etmiş, gelenler Döşemedeki aşağı çeşmenin yanında ağırlanmışlardı. Onlar

yemeklerini yerlerken, biz meraklı çocuklar da, onların mataralarını, o yıllar suları buz gibi ve bol olan, çeşmeden doldurup veriyorduk.

Aynı yıl, bir gece vakti; o yıllardaki adı ile zelzele denilen, ilk yersarsıntısını (deprem) da, bizzat yaşayarak öğrenmiş oluyordum.

Karaman’a bağlı en büyük, aynı zamanda Nahiye Merkezi de olan, köyümüzde fakir aileler olduğu gibi, zengin olanlar da elbette vardı. O yılların çocukları olarak bayramlarda veya başka sebeplerle onların evlerine de girip çıktığım çok olmuştur.. Hele mahallemizde olan arkadaşlarımın evlerine defalarca.

Umumiyetle evler bir avlu içinde, altı ahır ve samanlık, üstü; ya tek veya karşılıklı, önlerinde de, ufak aralıkları olan, iki odadan ibaretti. Ancak, hele kış günlerinde; ailenin tamamı, bir odanın içine sığınarak, kışı çıkarırlardı.

Sığınılan ve soba ile ısıtılan bu oda; ailenin hem oturma, hem mutfak, hem de yatak odası olarak kullanılırdı. Bunların çoğunda; aynı odanın başköşesi veya yan duvarlarında; “sahanlık” dedikleri, ahşap raflar vardı ki, şimdi düşünüyorum da; buralarda, o yılların çoğu demirden yapılmış, kalaylı, kocaman kocaman pilav tabakları olurdu ki, Allah korusun bir kaza ile veya biraz evvel bahsettiğim deprem sırasında, o tabaklardan biri başımıza düşmüş olsaydı, neler olmazdı ki...

Yeni neslimizin çoğu şu anda medeniyetin getirdiği bütün imkan ve kolaylıkları ya kullanıyor veya televizyon, ellerindeki internetli akıllı telefonlar sayesinde; kolayca öğreniyorlar. Yukarıda da bahsedildiği gibi; bu yazının maksadı; içinden çıkıp geldiğimiz o köyde, bugün kolayca yapılıveren işleri; atalarımız nasıl başarırlardı, meselesidir.

O yıllarda yakıt olarak yalnız odun vardı ki, bunu da sonbaharda; kışın sobalarda yakılması için dağda, Enece, Çayırkuyu, Meğil ve Kalıf gibi mevkilerden, meşe ağaçlarından, yazın ise; ocak ve tandırlarda yaktığımız adına “Kuru” da denilen, kış için kestiğimiz, o meşelerin budantılarıydı. Şimdilerde kullanılan kömür dâhil, başka hiçbir yakıtın varlığından bile, haberimiz yoktu.

Akşamüzeri evlerin o tek odasının sobası yakılır; üzerinde veya oradan alınıp mangala konulan meşe közlerinin üzerinde; akşam yemeği hazırlanır ve bütün aile, ortaya konulan sofrada, yemeğini aynı kabın içinden, kaşıklardı.

Evimizden de bildiğim gibi; sabahleyin erkenden kalkan evin hanımı veya kızı; sobadaki külü kürekle alır ve yeniden soba yakılırdı. Alınan bu küller; büyükçe olan eski bir küpün içinde biriktirirdi ki, bu şimdiki çeşitli kokuları da olan, çamaşır yumuşatıcıları yerine, çamaşırlarımızın yumuşatılmasında kullanır, buna “Küle yatırma” denilirdi. Rahmetli Anamın o yıllarda kışın çok az bulunan yumurtaları; bozulmaması için, bu külün içinde sakladığını da, hatırlarım.

Akşam yemekleri; zengin/fakir bütün evlerde; ekseriyetle bulgur pilavı, yanında erik, kayısı hoşafı veya turşu, ara sıra kurulardan nohut, fasulye, bazen de, bahçede yetişen sebzelerin kurusu olurdu. Sabahın yemeği veya kahvaltısı ise; yalnız ince bulgur çorbasıydı. Burada tek fark; bazen zengin ailelerin sabah çorbası içinde, güz aylarında kestiği etliğin, ciğer kavurması veya kemiği olabilirdi.

Köyde aşağı ve yukarı kahve adı ile iki tane kahvehane de vardı ama, o günlerdeki anlayışa göre; evlerde sabahları bildiğim kadarı ile yalnız çorba içilir, çay; genç erkekler için tek eğlence ve oyun yeri olan bu kahvelerde içilirdi. Yaşlılar ise; köyde birkaç yerde olan odalarda buluşur sohbet ederlerdi.

(Devamı var)

YORUM EKLE

banner284