“ IRAK CEPHESİ’NDE ÇARPIŞAN BİR TÜRK ZABİTİNİN GÜNLÜKLERİ”

Birinci Dünya Harbinde girdiğimiz bütün cepheler, Türk kanıyla sulandı. Milletimizin ölüm kalım savaşı yanında, yurdumuzun dört bucağında, hatta toprakları dışında savaşa katılan Mehmetçikler, en kötü şartlar altında dahi olsa, tarih boyunca olduğu gibi yine harikalar da yarattılar.

Bu günlerde yine gündemin başındaki Irak olayları sebebiyle tam bir asır önce Birinci Dünya Savaşı sırasında o günlerde yurdumuzun bir parçası olarak saydığımızdan binlerce Mehmetçiğin kanını emen Irakta, İngilizlerle çarpışan ordumuzun karşılaştığı insanüstü mücadeleler ve o en acısı da, O’ra halkından gördüğü ihanetler, sayılmayacak kadar çoktur.

İşte o günlere ait Niyazi Ahmet Banoğlu’nun bir dergide yayımladığı; “Irak cephesinde çarpışırken İngilizlere esir düşüp Hindistan’a Rangoon esir kampına gönderilen, bir Türk subayımızın tuttuğu 05 Kanunisani 1330 Pazar günü başlayıp, 07 Nisan 1331 Salı gününe kadarki, 213 sayfa tutan, hatıra defteri anılarında şöyle der: (Anılar çok uzun olduğundan burada ancak bazıları, onlar da kısaltılmış olarak alındı).

15 Kânunusani 1330 Perşembe:

“Bugün Nasuriye’ye geldik. Demek İstanbul’dan hareketimizin 55.inci günü. Fırat Nehrinin geçtiği Cerablus’tan, Nasuriye’ye, şahtur (bir nevi altı düz kayık) ve gemi ile 37 gün su üstünde çalkalanmıştık. Düşünecek olursak, pek ziyade mihnet ve sıkıntı çekilmiş”

16 Kânunusani 1330 Cuma:

“Bugün temizlik ve çamaşır yıkamakla meşgul olduk. Ben de çamaşır değiştirdim. Epeyce bitlenmişim.. Hele askerde pek çok vardı. Hamama gittim temizlendim. Bu kasabada üç dört tane hamam vardı. İyi değilse de girilir. Kurnalar zifttendir. Mermer gibi taşları yoktur. Peştamallar da pistir. Hamamlara zaten yerli Arap gelip yıkanmazmış, nehre girip yıkanıyorlar”.

17 Kânunusani 1330 Cumartesi:

“Bugün askerin istirahat edeceği ve münavebe suretiyle çarşıya çıkma emri verildi. Ben de kasabayı görmek için çarşıya çıktım. Kahve, şeker ve buna benzer şeyler aldım. Şekerin okkası sekiz kuruştu. Hepsi de kalın kâğıtlara sarılmış, kelle şekerler idi.

Kahvenin okkası yirmi iki kuruşa olup, güzel kahve idi. Burada ekmek yok. Pide yaparlar, kadınlar akşamüstü bir tabla üstünde olarak çarşıya gelip, on paradan tanesini verirler. Yoğurt ve sütte kadınlar tarafından satılmaktadır. İyi yoğurt ve süt yoktur. Çok su koyuyorlar.

Nasiriye’den Bağdat’a gidilirken, Küttül Emmare’den, Dicle Nehrinden bir kol ayrılarak Şatire Kasabasına gelinir. Burası kaymakamlıktır. Bağdat vilayetine bağlıdır. Burada Hamiyun isminde bir şeyh varmış. Evvelce hükümete karşı isyan etmiş, Şatire’de birkaç taburla çarpışarak, ne kadar Türk zabit ve efrat varsa, hepsini kesmiş ve kasabada bir caminin kenarına gömdürmüş. Hain bir aşiret imiş”.

26 Kânunusani 1330 Pazartesi:

“Bugün hava güzeldi. Sabah ve akşam talimlerinden sonra sağ cenah kumandanlığı tarafından Osmancık Taburu şerefine verilen ziyafette; kızartılmış kuzu pilavı, sebze, hanım böreği tatlısı vardı. Geceyi gayet hoş geçirdik. Düşmanla savaşmadan önce bu gibi ziyafetlerin askerimizin üzerinde iyi tesiri oluyor”.

30 Kânunusani 1330 Cuma:

“Nasiriye’den Bağdat’a haftada bir defa posta gelip gitmektedir. İstanbul’da aileme ve anneme, bir mektupla, bir kart gönderdim.

Bugün çarşı pek kalabalıktı. Bir çok Kürt mücahitleri geziyordu. Bunların en meşhurları Süleymaniyeli Hamaventlerdi. Cihad-ı ekber münasebetiyle af olurum umudu ile, asker kaçakları ve katiller gelmişlerdi..

Araplar gebe hayvanları keserek sattıklarından, satın alınmamasını askerime emrettim. Canlı kuzu 15–20, tavuk 3–4 kuruşa ve yoğurdun çanağı 60 paraya satılıyordu.

09 Şubat 1330 Pazartesi:

“Kirmanşah Konsolosluğunun bildirilerine göre; İngilizlerin, Araplar vasıtasıyla, kuyu sularına ve sair yerlere zehir kattıkları cihetle, dikkatli olunmasını, askerlerime tebliğ ettim. Sabah, akşam yapılan talimler sayesinde, askerlerimize güvenimiz arttı. En ziyade, cephane sarfiyatına dikkat edilerek, düşmanı görmeden ve vuracağına aklı kesmeden, ateş edilmemesi, öğretildi.

21 Şubat 1330 Cumartesi:

“Bugün güneş yükseldikçe esen rüzgâr şiddetini artırdığından, zuhura gelen kum fırtınasında, çadırımız kum tabakası ile doldu. Gökyüzüne bakıldığında kum bulutundan güneş görünmüyordu. Almanyadan gelen veba aşısı sıra ile askerlerimizin göğüslerine şırınga edildi.

Cephe Kumandanı Süleyman askeribey sedye içinde getirildi: Kendisi Korne Muharebesinde iki bacağından makineli tüfek kurşunları ile yaralandığından, doktorların ısrarlarına rağmen, hastaneye yatmayıp, ölmeyi tercih etmiştir. 330 Kuruş Kânunusani maaşını bugün alabildik”

13 Mart 1331 Cuma:

“Cepheye hareket emrini aldık. Taburlarımız hareket etti. Nasırıyyeden geçerken, ahali sokağa çıkarak; ”lü, lü” diye bağırarak, bizi alkışladılar.

30 Mart 1331 Pazartesi:

“Muharebe başlamıştı. Düşman durmadan gülle yağdırırken; bizim batarya da, seyrek olarak ateş ediyor ama, mermiler daha ilerlere değil, ön saflarımızda olan bizimkilere ancak varabiliyor olduğundan, onlar da sustular. Mülazımlardan Osman Efendi beni çağırdığından Ömer Çavuşu yanıma alarak yanına gittim. Ağır yaralıydı. Beni görünce; “Yaram tehlikeli, kurtulamayacağım. Beni İlk topçu yerinde gömünüz. Cebimdeki dürbün ve iki liramı İstanbul da anneme gönderiniz” dedi.

..İngilizler geceyi projektörlerle aydınlatarak üzerimize ateş ediyorlardı. Susuzluk tahammül edilmez bir dereceye gelmişti. Su için iki nefer yolladım ama, geri gelemediler. Artık susuzluktan tahammülüm kalmadı. Lakırdı söyleyecek dermanın yoktu. Su bulurum umudu ile tüfek ve mitralyöz ateşine bakmadan ileriye atıldım. Ölüm aklıma gelmiyordu. Her tarafımdan kurşun yağarken, ben bir yudum suyun peşindeydim.

Susuzluğum iyice arttı. Artık söz söyleyecek dermanım da kalmamıştı. Yanımdaki Borazan Ali; barutun ağızda bulundurulması halinde, hararetin giderileceğini söylediği için, ağzıma biraz barut aldım ama, hiçbir faydası olmadı. Limon tuzunu denedim ama, ölümle yaşama arasında bocalamamı önleyemedi. Düşmanın ateşi bütün şiddeti ile devam ederken, hiçbir ümidimiz de kalmamıştı.

Sol tarafımızda bulunanlar, silahlarını kaldırıp, teslim olmaya kalktılar. Mani olmaya çalıştık ama hiçbir faydası da olmadı. İmdat gelip bizi kurtarması ihtimali de kalmamıştı.

Harp etmeden, düşmanla boğuşmadan can vermek, intihar etmek olacağından, ve bu da dinimizce; indi ilahide günah olacağından, üzülüyorduk.

Arkadaşlardan biri bir kağıt yazıp düşman hatlarına göndermiş. “Öldürülmediğimiz taktirde, teslim olacağımızı” bildirmiş. Ateş kesildi. Etrafımızı süngülü düşman askerleri çevirdi. Artık her şey bitmiş, teslim olmuştuk. Hepimizi Şuaybiyede tel örgüsü içinde topladılar. Su istiyorduk. İngilizler bu durumumuzu bildiğinden, bitkin, yere serilmiş neferlere maşrapalarla su dağıtmaya başladılar. Durmadan su içiyorduk. Reçel, bisküvi Vb. yiyecekler de veriyorlardı. Fakat biz hiç birine bakmıyor, durmadan su içiyorduk. Başka bir şey boğazımızdan geçmiyordu.

Bizi muhafazaya alan Hint askerleriydiler. Bunların Mecusileri bize kötü eziyetler ederken, Müslüman olanları, daima iyi muamele edip iyi bakıyorlardı.”

İsmi dahi tespit edilemeyen bu subayımızın birinci defteri burada biterken, ikinci defterinde de, kampta geçen esaret günlerine ait hatıraları devam eder:

1914 yılında başlayıp, 1918 yılında sona eren Birinci Dünya Savaşı da artık İmparatorluğumuzun da son yıllarıdır. Tarihler; Şimdi İstanbul Üniversitesi Rektörlük Makamı olan yeri, o yıllar Harbiye Nezareti Binası olarak kullanıldığını yazar.

İşte o günlerde Başkumandan Vekili Enver Paşa; o yıllardaki adı ile “Teşkilatı Mahsusa”, şimdiki adı ile de Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) reisi. Eşref Bey’in, Araplar hakkında getirdiği istihbarat bilgileriyle ilgili raporları incelerken; onların ihanetlerini de ilk defa duyduğundan, hayretler içinde kalır ve Eşref bey’e; “Peki, buna göre ne yapmamız gerekir? sorusuna, ‘Bizim görevimiz buraya kadar, bundan sonra yapılması gereken de artık Hükümetin işidir. Ancak şunu da eklemem gerekir ki; Arap Yarımadasında kaynayan fesat kazanı, öyle bir zamanda patlayacak ki, bu patlama, bizden önce onları perişan edecektir” der.

Bilindiği gibi 1918 yılından bugüne kadar Arap aleminde olup bitenler, bin bir ibret vesikası ile doludur. Onlardan en önemlisi; o yıllardaki baş isyancı Mekke Şerifi Hüseyin’in ailesinden hiç biri yatağında ölmedi. Ya kendi vatandaşlarının hançerleri ile öldürüldüler, ya da mantığın zor kabul ettiği kaza ile ölürken, kendisi de Kıbrıs’ta, hüsran içinde can verdi..

Arkaya dönüp baktığımızda; biz oralardan ayrılalı beri, hiçbir surette huzur sağlanamadı. Bugünlerde de, orada savaşan otuzun üstünde yabancı güçler var. Onlar orada Irak halkını düşmanlarından kurtarmak için değil, oradaki petrolü paylaşmak üzere varlar. Mekke Şerifi Hüseyin’in torunları; yine Irak’ta tarih boyu hiçbir ilişkisi olmayan o devletlere kapılarını açarken, bize; bitmeyen bir kin ve vefasızlık duyguları ile sizi istemeyiz diyorlar.

Oysa biz 1918 yılında oralardan ayrılırken; 400 yıl boyu Anadolu da bile yapmadığımız eserleri, en kıymetlisi de, bir milyondan fazla Anadolu çocuğunun kanını oralarda bıraktık. Çocukluğum sırasında köyümde bile oralarda çarpışan dedem yaşındaki büyüklerimden; karınları cembiye ile deşilen Mehmetçik’lerin hikâyelerini dinlediğim gibi, tarihimizde çok büyük ve önemli bir yeri işgal eden Araplarla olan ilişkilerimize dair yüzlerce makale ve kitap okuduğumu hatırlarım.

Sanırım aradan yüzyıllar geçse de, Arap aleminde Türk ve Mehmetçiğin ahı hala devam ediyor.

YORUM EKLE

banner284