PINARBAŞI KÖYÜ GÜNLERİM 1

KÖYÜM-YAKINLARIM VE KOMŞULARIMIZ
Dedem Mısırlı Ahmet Hocanın doğum yeri olan merkeze bağlı Pınarbaşı köyü Karaman’a 18 kilometre mesafede, güney ve batı yönleri dağlık, kuzey ve doğu yönleri ise engebeli ve düzlük araziye sahiptir. Karaman Ovasının bitip ilk Toros Sıra Dağları’nın eteğinde olması ona hem hububat, hem de üzüm bağcılığı yapma imkânı sağlıyordu. Köyün adı yerel arazi özelliğinden gelen bir ad olsa gerek. Köylüler her ne kadar köyün 300 yıllık olduğunu söyleseler de, Osmanlı Padişahı 3. Murat döneminde 1580-1590 yılları arasında Karaman Dolayları Köy Adları’nın saptandığı defterde aynı adla geçmektedir. Nüfusu 1950 sayımında 709 olup 2012 sayımında ise 313’e kadar düşmüştür.
Altmışlı yılların başında ülkemizin daha çok köy ve kasabaları, Avrupa’ya, özellikle Almanya ve Hollanda’ya yoğun işçi göçü ile boşalmış, bağlar, bahçeler, tarlalar boynu bükük kalmıştır. Çalışan genç iş gücünün zorunlu göçü Anadolu’nun verimli topraklarının ihmal edilmesinin daha birincisiydi. Başına geleceklerin ilk habercisiydi. 70’li 80’li yıllarda şehirlere ve sanayi merkezlerine göç hızlanmış, bu toprakların ihmal edilmesinin ikincisiydi. Üzümü, kuru üzüm haline getirmek uzun ve zahmetliydi. Karaman Tekel Suma Fabrikası’nın yaş üzüm alımını bırakması ile üçüncü ve nihai büyük yalnızlığını yaşadı. 1990’lı yıllarda Karaman özelinde gıda sektörünün büyümesi neticesinde köy ve kasabalardan genç nüfus kendilerini bir anda maaşı, sigortası, yemeği ve servisi olan Karaman merkezde Organize Sanayi’de buluvermişti. Bu sosyo-ekonomik gerçekler toprağımıza son büyük yalnızlığını ve tarımın ihmalini yaşatmıştır. Bunun tahlili sosyolojinin alanına giriyor. Toprağında mı dertlisi olur demeyin. Anadolu’nun uçsuz bucaksız çilekeş toprağı üzerindekilerin derdi ile yoğrulmuştur. Fakat insanlar ona küsse de o insanlara küsmez. Vakurla yitip giden eski günlerini bekler. Yöneticilerimizin insanı doğduğu yerde mutlu etmek için pek bir projeleri olmadığından, belki de insanımız haklı olarak şehirlere, Avrupalara yönelmişti. 1950’li yıllarda başta amcalarım ve halalarım herkesten evvel buraları bırakıp İstanbulları bulmuştu bile. İşlerin halli özellikle tarlalar köydeki akrabalarımız Kara Ali Dayımız ve oğlu Macır Mustafa abiye, Ahmet Gönültaş’a, Göndereli (Yazılı), Yağır Ali ve Derviş’in Ahmet’e ortak verilmişti. Kime ne dersin. Köye dönüpte bakan mı var sanki.
Ben doğmadan ölen Zeliha halamızın eşi Kara Ali Dayı (Neden dayı derdik hala anlamış değilim) Aynı zamanda babaannemin Fatma ablasının oğluydu. Çalışmayı sever, çalıştırmayı bilir, tatlı ve gürüldekli sözleri ile herkesi gayrete getirirdi. Sahibi olduğu eşekler Kıbrıs Eşeği gibi büyük olur, dikkat çekerdi. Biz çocukları güldürmek için salatalığı eşeğine ısırtır, sonra kendisi yerdi. Onlara ailenin bir üyesi gibi davranır, onlarla konuşurdu. 15-20 gün süren üzüm sergisi için gitmelerimiz haricinde evine misafir olur, kalabalık oğlu, kızları ve bizlerle akşam yemekleri şölene dönüşür, bizlerin bir haftada yediği soğanı bir öğünde neşe içinde yerlerdi. En çokta pırasayı soğan gibi ısıra ısıra yemelerine şaşırırdım. Bir defasında şehirden bir salon efendisi yakınımızı, yemekte teşvik etmek amacıyla biraz da şakayla: “Hadi efendi buyur ye, ama yemezsen de tanalara dökeceğiz zaten” demiş. Bizimkisi bozulmuş ve bir daha köyün yakınından bile geçmemişti. Ne bileyim insanın farklı yer ve ortamlara hazırlıklı olması gerekiyor belki de. İnsan elma demesini de bilmeli, alma demesini de. Topraklarımız farklı renk ve coğrafyalardan mürekkep Kara Ali Dayı gibi renkli insan örnekleriyle hazine durumundadır.
Ama Kara Ali Dayının kardeşi Kara İbrahim Dayı ise, beş parmağın birbirine benzemediğine gösterilecek en güzel örnektir. O çalışmayı pek sevmezdi. Babam ve Necdet amcamı çok sevdiğimden, üç eşinden olan 12 çocuğuna hep bizim isimlerimizi koymuştu. O eş ve çocuklarıyla mutluydu kime ne. 2015 yılında 96 yaşında ölmeden bir ay önce hala sigarasını içiyordu. O gün bir fotoğrafını çekmediğime bugün olmuş üzülmeden edemiyorum. Şehirden zaman zaman gelen biz yiğenlerini o kadar acılı severdi ki, yüzümüzde ve kollarımızda diş izleri olurdu. Günümüz anne-babaları çocuklarının başkalarınca öpülmesine yasak koyuyor, bu durumu kibarca söyleyebiliyorlar. Hangisi doğru, hangisi yanlış bende anlamadım. Yine Kara Ali dayının kız kardeşi Azime Teyzeyi sizlere tanıtmasam olmaz. Kendisi Kızılderili kadınlara benzer, kabile reisi eşi gibi güçlü ve azametliydi. Oğlu Halit gibi hem espri makinesi, hemde esprinin makineli tüfeğiydi. Yalan bir olayı ciddi ciddi anlatması, konuşmaları ve şakaları özellikle kız çocukların ve kadınların altına kaçırmalarına sebep olurdu. Eğer keşfedilseydi, kadınların nedense olmadıkları Stand Up kulvarını bir başına doldurur, dünyayı gülmekten kırıp geçirebilirdi. Babaannemin farklı özelliklere sahip üç yiğeni buralardan koyup gittiler. Zaman zaman orada da aynı şeyleri mi yaparlar diye aklıma takılmaz değil.
Dedemin ilkokulun karşısındaki sokaktaki evinin temel komşuları Eskiciler, Ali ve Arife Delen ve Mehmet Demirci idi. Sokağın diğer komşuları ise İmamlar, Koca Osmanlar ve Şalkacılardı.
 
YORUM EKLE

banner284