Tenekeci Recep Usta

Günes, ben varim dercesine; yükseklerde, yalniz ve piril piril, bazense; beyaz ve dumansi bulutlarin arasindan güler bibi yüzünü göstererek, özgürlügünü yasarken, olanca sicakligiyla topragi isitiyor.
Yakin tepelerdeki karlarin erimesiyle olusan sular, derelerde çogalarak akmaya basladilar. Sular, derelerin genis yerlerinde nazli; dar yerlerine geldiginde de cosarak, önlerine kattiklari odun parçalarini uzak yerlere sürükleyerek, götürüyorlar. Dere kenarlarinda bulunan sögüt agaçlarinin alt taraflari, sularin çogalmasiyla sularin içinde kaliyor; dallari ise, suda birkaç metre sürükleniyor, suyun siddeti azalinca da bir sarkaç gibi tekrar eski yerlerine geliyorlar.
Toprak, üzerinde akan sulari doya doya emerek, suya olan hasretini giderir. Derelerin sig yerlerinde ve toprak üzerinde yer yer biriken sular, ögle saatlerinde günesin çökmesiyle birlikte buharlasir, gökyüzünde olusan beyaz bulutlar, günesi beyaz bir yorgan gibi örterler.
Bahçelerdeki agaç dallarinda açan beyaz ve pembe renkli çiçeklere konan kelebekler, çiçekler arasinda kendi güzelliklerini görmek istercesine sürekli olarak yakin dallardaki çiçeklere geçerler. Dallar arasinda görülmesi zor olan serçeler, yuvalarina bir seyler götürmek için sürekli çirpinip dururlar. Agaç dallarindaki çiçekler; kelebekler, serçeler, yerde rengârenk açan çiçekler ve çiçekler arasinda uzayan kirmizi gelincikler ve beyaz papatyalar, seyredenlere doyumsuz bir güzellik tattirirlar.
Siyah inci taneleri gibi ardi ardina dizilmis karincalar, bir dügün alayi olusturuyorlar sanki. Bir telas, bir telas görülmeye deger. Ince uzun bir yolda gidip geliyorlar, önlerine aldiklarini birkaçi birden yuvarlayip götürmeye çalisirken; daha fazla sayida olanlar da tuttuklarini hep birlikte götürmeye çalisiyorlar. Yuvalarinin giris yerlerinde ufaltilmis toprak tanelerinden yükseltiler olusturmuslar. Dar alanlarda çok sayida yuvalar var ama karisikliga meydan vermiyorlar, her karinca kendi yuvasina yöneliyor.
Daha çok kiraz dallarindaki çiçekleri seçerek bu çiçeklere konan arilar, bazen tek basina; bazen de birkaçi bir arada, çiçekler için ayri bir güzellik olusturuyorlar. Her çiçege konmak için bir yaris baslatmislar gibiler. Arilarin hepsi ayni boydalar ve hep ayni hareketi tekrarlayip duruyorlar. Sanirsiniz ki, konduklari çiçekleri incitmekten korkuyorlar.
Üzüm baglari, bir yesil deniz olmuslar, alabildigine uzayip gidiyorlar. Baslangiç ve bitis yerleri ve aralarindaki sinirlari da belli degil. Serçeler, kelebekler ve arilar, sürüler halinde yesilliklerin arasinda kaybolup, tekrar ortaya çikiyorlar. Baslarinda taçlariyla rengârenk olan ibibikler, özgür ve yalniz olarak ve birbirlerine yakin yerlerde karinlarini doyurmak için yem ariyorlar. Havalanmaya veya yere inme anlarinda da o güzel sesleriyle, bizlerde variz der gibi ötüyorlar. Keklikler ötüsleri ile avcilara cesaret veriyorlar, yakinlarda olduklarini belirtir gibi adeta yanlarina çagiriyorlar.
Bütün ovayi kaplayan ve ovaya canlilik katan ekinler, yesilden mora dönüsmeye basladilar. Basak tutan ekinlerin boylari oldukça büyüdü. Rüzgâr vurdukça, rüzgârin önünde bir ritim halinde egilip dogruluyorlar.
Yaylalara dogru çikildikça sikça rastlanan kir çiçekleri ve tüm yaylayi kapsayan yesillikler arasinda, siyahli beyazli kuzular, bir birleriyle oynasarak, çok uzaklara kadar gidiyorlar. Analarinin melemelerine kosarak gelip adeta itaat ettiklerini böylece gösteriyorlar. Büyüyen bazi kuzularin ise, koyunlardan ayirt edilmeleri zorlasiyor.
Evlerdeki bahçelerde çesitli renklerde açan güllerin kokulari, çok uzaklardan hissedilmeye baslanmisti. Bu kokulara evlerin duvarlarina yapilan badanalarin kireç kokulari azda olsa karisiyordu. Baharla birlikte bir bahar temizligine yaklasik bütün evlerde baslanilmisti. Evlerin iç ve dis duvarlarinin yani sira bahçenin de iç ve dis duvarlari kireçle badana yapilmis, etraf bembeyaz ve tertemiz olmustu. Kadinlar ve genç kizlar günlerce bahar temizligine giriserek, evleri, ev duvarlarini ve bahçe duvarlarini ortaliga kar yagmis gibi beyaz renge boyamislardi. Komsularla anlasanlar evlerinin önlerini, sokaklarini hatta caddelerin büyük bir kismini da temizlemislerdi.
Baharla birlikte güzellikler bahçelere, baglara, ovalara ve yaylalara tamamen çökmüstü. Akan sularin siriltilari; nemli topragin kokusu, kus civiltilari, bütün çiçeklerin etrafi saran kokulari, ekinlerin ve degisik bitkilerin yesillikleri, günesin parlayan isiklari, bulutlarin beyazi, kelebeklerin, arilarin çiçekten çiçege konmalari, insana farkli bir dünyada yasadigi hissini veriyorlardi.
Kazalpa Köprüsü üzerinde, basinda siyah kasketiyle, yine dalgin olarak, sulara dakikalarca bakmaya basladi, Recep Usta. Baharla birlikte iyice cosan Kazalpa Çayi, kivranarak, iri taslara rastlayinca da beyaz köpükler çikarip, biraz daha sesini yükselterek, akiyordu. Recep Usta, ne suyun sesini isitiyor, ne de beyaz köpüklerin bazen azalip bazen de çogaldiklarinin farkinda oluyordu. Kaç yildir böyle köprünün üzerine gelir, sabah günes dogduktan sonra suyun gelis yönü olan dogu tarafindan; aksam da günes batimina dogru suyun çikis yönü olan bati tarafindan, hep böyle dakikalarca sulara bakardi. Recep Usta’nin dakikalarca böyle dalgin olarak suya baktiginin farkinda olan insan pek yoktu. Sadece on-on iki yaslarindaki bir çocuk, köprüye yakin bir yerdeki yikik bahçe duvarina gizlenir, sögüt dallarinin arasindan, görünmeden, Recep usta’nin köprüdeki bu durumunu her aksam hayretle seyrederdi.
Recep Usta, Bu gün kendini biraz halsiz hissediyordu. Köprüden ayrilarak, agir adimlarla adeta kayar gibi dükkâninin yolunu tuttu. Kalenin önünden geçerken, dalgalanan bayraga bakip, “rüzgâr bugün daha sert esiyor,” diye kendi kendine söylendi. Devlet Hastanesi’nin arka tarafindaki patika yolu takip ederek, çiçek açan armut agacinin dallarina basini vurmamak için egilerek geçti. Hatun iye Medresesi’ne geldiginde, durup, bir Fatiha okudu, tekrar yoluna devam ederek, Bugday Pazari’na girdi. Hanlarin önünden geçerken, kendisini daha halsiz hissetmeye basladi. Bir nalbant dükkânin önündeki hasir oturaklardan birine kendini birakti. Burada bir süre dinlenen Recep Usta, Odun Pazari’ndan Semerciler Çarsisina girdi. Hasirci dükkânlarinin önlerine konulan hasirlar, uzaktan bakanlara, birer sararmis basak görünümü verdigini, hissetti.
Recep Usta, dükkânina girince, divanin üzerindeki mindere oturdu ve arkasindaki yastiga dayandi. Düsünmeye basladi, yasadigi halsizlige bir anlam veremedi. Üsütmüs olabilecegini tahmin etti. Nasil üsütmüs olabilirdi? Esi Sidika’nin yaptigi bahar temizligi ve büyük bir katilimla ve coskuyla kutlanan Hidrellez’i hatirladi.
Bahar temizligi için sabah erkenden basina beyaz tülbendini baglayan, dalli çiçekli kirmizi salvarini giyen ve üzerine de pembe bir buluz geçiren Sidika Hanim, hizmetçileri Rukiye ile kizi Sükranla birlikte iki katli evin iç ve dis cephesini kireçle badana yaptilar. Odalardaki ahsap kapilari, pencereleri ve rabitalar ile tek katli kiler ve asenenin ahsap bölümleri tel firçayla temizlediler. Bahçedeki tas bölmeleri yikadilar; demir bölmeleri güzelce boyadilar. Agaçlarin alt bölmelerine kireç sürdüler. Bahçe duvarinin iç ve dis bölümlerini kireçle badana yaptilar. Dis kapiyi bol sabunlu suyla defalarca sildiler. Sokagin büyük bir bölümünü süpürdüler. Temizligi öylesine yaptilar ki, “yag döksen yalanir” durumuna getirdiler.
Yapilan birinci asama temizligin ardindan; bahçeye üç kazan kurdular. Yatak, yorgan çarsaflari, yastik kiliflari; iç çamasirlari, giysiler ve ne kadar pamuklu ve yünlü giyilen ve kullanilanlar var ise hepsini ortaya döktüler, kazanlara attiklari çamasir sodalari ile kaynattilar. Kaynatilan çamasirlari, çamasir taslari üzerinde tokuçlarla dövülerek yikadilar.
Uzun boylu, uzun sari saçli, iri siyah gözlü, her giydigini yakistiran Sidika Hanim, ayni zamanda da zengin bir ailenin çok iyi egitim görmüs bir kizi. Müzik dersleri almis, ut çalan, evlenecek kizlarin çeyiz yapimlarinda ve fakir aile kizlarina da her konuda yardimci olmaya çalisan; modern giyimli, yardimsever, alçak gönüllü, hosgörülü, fedakâr, vefakâr, görgülü, mütevazi; sayilan, sevilen ve çok aranilan, güzelligi dilden dile dolasan, alimli ve çok güzel bir kadin Sidika Hanim. Genç kizken, bazi yardim kuruluslarinda, Recep Usta ile karsilasmis, bazen ayni yardimi birlikte yapma durumlari olmus, böylece Recep Usta’ya karsi ilgi duymaya baslamistir. Zamanla Recep Usta’yi arar duruma gelmis, birlikte olduklari anlarda da tarifsiz bir mutluluk yasamaya baslamis. Yardim kuruluslarina katkilarda bulunan Recep Usta’nin ailesi ile Sidika Hanim’in ailesi arasinda da bir yakinlasma olmus ve aileler sikça bir arada olmaya baslamislar. Bu duruma çok sevinen Sidika Hanim, Recep Usta’yi daha sik görür olmus ve durumu annesine anlatmis. Buna memnun olan Sidika Hanim’in annesi, bir yolunu bulup, çocuklarin evlenmeleri konusunda çareler aramis ve sonuçta da evlilik annelerin girisimleriyle gerçeklesmistir.
Sükran, uzun boylu; kumral, siyah gözlü, bakanlarin bir daha bakmak istedikleri güzelliklere sahip, ailenin küçük çocugudur. Bagli olduklari ilde lise egitimini tamamladi. Ailesi, ilde bir ev kiralamis, ilçeden fakir ailelerden üç kiz da Sükranla ayni evde kalmislardi. Kizlarla ve ev isleriyle ilgilenmesi, bütün ihtiyaçlarin karsilamasi için hizmetçi Rukiye Hanimi da kizlarin yanina göndermislerdi. Sükran, lise egitiminden sonra eczacilik egitimi için Istanbul’a gidecek. Sükran için Istanbul’da kalacagi ev satin alindi. Istanbul’da yüksek egitim görecek olan fakir kizlardan üç kizda Sükran’la birlikte ayni evde kalmalari kararlastirildi. Yanlarinda kalacak olan hizmetçi Rukiye Hanim, gitmek için hazirliklarina basladi.
Sükran, ilçeye geldikten sonra, birkaç arkadasiyla birlikte Halkevlerinde egitici çalismalara basladi. Okuma-yazma kurslarinda görev aldi. Ayrica sahnelenen bir tiyatro oyununda da rol aldi. Yakin rol arkadaslarindan Asiye ile sirdas oldu. Sükran, gün geçtikçe tiyatro oyununda bulunan bir gence ilgi duymaya basladi. Rol geregi sik sik bir araya geldigi rol arkadasiyla karsilastikça benliginin bir heyecana kapildigini hissetti. Zamanla heyecani artti ve rol arkadasini sik görme yollarini aramaya basladi, göremedigi anlarda da yalnizlik hissine kapiliyordu. Ilgi duydugu erkekle karsilastiklari zamanlarda kapildigi ve anlamini bir türlü anlayamadigi bu hisler nedeniyle pembelesen yüzünü Asiye’den gizlemeye çalismis ise de, Sükran’in bu durumu Asiye’nin gözünden kaçmiyordu. Asiye’de Sükran’in agabeyi Ihsan’a karsi sevgi hisleri besliyordu. Sükran’da Asiye’nin agabeyine karsi besledigi duygularin farkindaydi. Iste, ikisini de saran sevgi çemberi, birbirleriyle sirdas olmalarini dogurmustu.
Recep Usta, kendisini daha iyi hissetmeye baslayinca, birkaç gün içinde hizmetlisi ve kiziyla birlikte bahar temizligini bitiren karisi Sidika Hanim için;” ne becerikli, ne hamarat bir kadin. Benden ve oglu Ihsan’dan hiç yardim istemeden, bütün temizligi, her zaman oldugu gibi yine yapip bitirdi,” diye karisina içinden övgüler yagdirdi. Temizlik iyi güzelde, birkaç gün ortalik kurusun diye kapi pencere sabahlara kadar açik kaldi. Geceleri havanin daha tam olarak isinmadigini hatirladi. “Acaba bu nedenle mi üsüttüm? Ah Sidika, ah, üsüttüm iste,” diye düsünerek, halsizliginin nedenini kendi kendine bulmaya çalisti. “Acaba Hidrellez’de mi üsüttüm,” diye de ikirciklik yasamaya basladi.
Hizir ve Ilyas Peygamberlerin yeryüzünde bulusup; darda kalanlara, istekleri olanlara, zorluk çekenlere yardim ettiklerine inananlar, Hidrellez’i kutlarlar. Bu yilda Alti Mayis aksami kucaklarina aldiklari ve ellerinden tuttuklari çocuklariyla; toprak islemekten yorgun dönen yanik yüzlü kadinlar, genç kizlar ve yasli nineler, öbek öbek sokaklara düserek, ceviz agaçlarinin sarkan dallari altinda, yikik duvarlarla çevrili yer yer toz yiginlarinin olustugu dar ve patika yollardan yürüyerek Kazalpa’ya geldiler. Ay isigi yetersizmis gibi mumlar yaktilar. Yanlarinda bulunan, selam verdikleri ve birlikte dua ettikleri kisileri görmeye çalistilar. Inanarak yazdiklari dilek yazilarini, umuda dogru götürmesi için Kazalpa Çayinin sig sularina biraktilar. Karinlari acikanlar yanlarinda getirdikleri un helvalarini ve bulgur pilavlarini yediler. Gece yarisindan sonra Sihali Sultan Türbesi’nin etrafina gelmeye basladilar. Daha önce hazirlayip, yanlarinda getirdikleri bez parçalarini dualarla Türbenin pencerelerin ve kapilarin demir parmakliklarina bagladilar. Zaman ilerledikçe, çocuklar; genç kizlar, analar, nineler, Türbenin etrafini dolduranlar, bir mahseri kalabalik ve bir zikir halkasi olusturdular adeta. Türbenin etrafinda dolasan insanlarin çikardiklari sesler, kulaklari dolduran bir ugultu halini aldi. Okunan maniler; yakilan agitlar ve tanriya içten yapilan yakarislar, gecenin karanliginda akip gitti. Safak sökünceye kadar kutlamalar sürdü.
Recep Usta, evinin penceresinden olup biteni sabaha kadar bir suh içinde izledi. Bazen costu, bazen insanlarin yakarislari karsisinda çok duygulandi. Uykusu geldigi halde bir türlü kendini kaptirdigi bu kutlamalardan kopamadi.
Recep Usta, Hidrellez kutlamasinin yapildigi sabahin erken saatinde hazirlanip, yine Kazalpa Köprüsüne geldi. Sularin geldigi dogu yönünde dalgin dalgin sulara bakmasini uzunca sürdürdü. Zaman zaman da titredigini hissetti.
Evet, buldu, vücudunun neden kirgin oldugunu ve kendisini halsiz hissettigini Recep Usta. Hidrellez gecesini uykusuz geçirmis ve sabah erkenden Kazalpa Köprüsünde çok uzun kalmis, burada üsütmüstü.
Recep Usta, dinlendikten sonra, kendisini iyi hissetmeye basladi. Kalfasi Musa’ya:
“Musa Istanbul’dan kalin tenekeler geldi mi?” diye sordu.
Musa:
“Evet, geldi ustam.”
Iyi. Bana okkali bir kahve yap.
Musa’nin yaptigi kahveyi höpürdeterek içti. Ayaga kalkti, dükkânin arka tarafindaki kalin tenekelerin birinden, üç tane bahçe süzgeci yapmak için kesti. Çiragi Kadiri’yi yanina çagirdi. Kestigi tenekeleri köseli demirde bükerken çiragi Kadire nasil yaptigini da anlatti. Bükülen tenekeleri mengenede bükerek, istedigi kivama getirdi. Havya demirini pürümüzle isitip lehime sürerek, tenekelerin açik yerlerini lehimledi. Yanindaki çiragi Kadir’e:
“Biraz sonra bunlarin içine su doldur, akip akmadiklarina bakalim.” dedi.
Dükkân, dikdörtgen seklinde, önden arkaya dogru uzuyordu. Giriste sol taraftaki camekânin önünde oturulup dinlenilmesi için ahsaptan yapilmis uzunca bir sedir ve sedirin üzerine minderler ve duvara yaslanan dayama yastiklari vardi. Dükkânda ayrica oglu Ihsan’in fakir ailelerin ve dükkân komsularindan bazilarinin çocuklarina matematik dersleri için kurs verdigi bir masa ve birkaç sandalyenin bulundugu bir yer de vardi.
Recep Usta dükkâninda ürettiklerini bir ahenk içinde yerlestirmisti. Arka taraflarda; Sobalar, Soba borulari, mangallar, bahçe süzgeçleri, ibrikler yer aliyordu. Karsilikli duvarlardaki raflara; huniler, idare lambalari, dövme kahve tavalari yerlestirilmisti. Bir ve iki litrelik bos zeytinyagi tenekelerine kulp takarak yaptigi masrapalar ile içinde mum yakilan fenerler de duvarlardaki çivilerde asiliydi.
Recep Usta; orta boylu, esmer, gür ve kivircik saçli, hafif kilolu, çok zengin bir ailenin tek varisi ve birkaç tane bahçesi, on bes kadar dükkâni ve binlerce dönüm araziye sahipti. Basina sürekli olarak siyah kasket takardi. Recep Usta, küçük yasta iken komsulari demirci Hasan Usta, Recep Usta’yi çok seviyordu. Hasan Usta, çocugu olmadigi için sik sik Recep Usta’yi ellerinden tutarak dükkânina götürüyordu. Küçük yasta, Hasan Usta’nin çalismalarini ve ürettiklerini gören Recep Usta, bir seyler üretmek için etkilenmis ve asker dönüsü, bazi tenekeci ustalarindan ders almis ve tenekeci ustasi olmustu. Tenekeciligi para kazanmak için degil, sadece bir sanat olarak görüyor ve bu sanati yapiyordu. Bahçelerinden, dükkânlarindan ve tarlalarindan gelen çok miktardaki gelirlerinin çok büyük bir bölümünü fakir ve yoksullara karsiliksiz veren Recep Usta, belli sayidaki fakir çocuklarin egitimlerine de yardimci oluyordu. Fakir, fukarayi; garip gurabayi daima gözetirdi. Yaptigi yardimlari, yardimlari dagitmak için kendisine yardimci olanlarin disinda, karisi ve çocuklari dâhil hiç kimse bilmezdi. Evi ve dükkâni adeta bir hayir kurumu gibiydi. Gelenlerin hiç biri elleri bos dönmezlerdi.
 Recep Usta, ileri görüslü, gelisimden yana, çagdas düsünceli ve Cumhuriyetin nimetlerine inanan, elli bes yaslarinda; Türk Kültürüyle yogrulmus gerçek bir Anadolu insani. Askerlerin siyasetle ugrasmalarina siddetle karsi çikmis, Ittihat ve Terakki’nin uygulamalarini hiç onaylamamistir.
Ilk çocugu olan Ihsan, evlendiklerinden çok sonra dünyaya geldi. Dogumu için üç gün üç gece araliksiz kutlamalar yapildi. Küçük yasindan itibaren dini egitimin yani sira; okuma-yazma, müzik, hitabet ve görgü dersleri de alan Ihsan, ilkokulu ve ortaokulu bitirdikten sonra lise egitimini bagli olduklari ilde tamamladi. Lise egitimini tamamladigi zaman gerçek bir beyefendi görünümünü aldi. Uzun boylu, sarisin, isil isil yanan gözleri ile insanlari etki altina alan bir güce sahip oldu. Genç kizlarin hayallerini süslemeye basladi. Kardesi Sükran’in en yakin arkadasi ve sirdasi olan Asiye, Ihsan’i bir türlü kafasindan atamiyor, firsat buldukça Sükran ile Ihsan hakkinda konusmak istiyordu. Ihsan, okul dönüsünde, Halkevlerinde olusturulan yardim islerine canla basla katildi. Ne de olsa böyle bir aileden geliyordu. Okuma-yazma ve matematik kurslarinin yani sira; sanatsal faaliyetlerden müzik korosunda, tiyatro çalismalarinda, gazete çikarilmasinda görev aldi. Gününün büyük bir bölümünü Halkevlerinde geçirdi. Ihtiyaç oldukça da babasinin dükkânina ugrayip, çocuklara burada da kurslar verdi. Ihsan Halkevlerindeki etkinliklerinin yani sira, devlet dairelerinde isleri olan vatandaslara da yardim etti. Böylece kendisini hukuk mektebine hazirlamaya çalisti. Çünkü bir yil sonra Baskentteki hukuk mektebinde hukuk egitimi alacakti.
Recep Usta, sabahlari isine giderken; aksamlari da is dönüsü evine giderken, Kazalpa Köprüsünde sulara dalgin dalgin bakmasini sürdürdü. Yikik duvardan ve sögüt dallari arasindan her aksam Recep Usta’nin sulara bakisini hayretle ve merakla izleyen çocuk, gördüklerini babasina anlatti. Çocugunun anlattiklarina inanmayan baba, merakina yenik düserek, ogluyla birlikte aksamüzerleri Recep Usta’yi izlemeye basladi. Recep Usta’yi yakinen tanimayan ama ismini sikça duyan çocugun babasi hayretini bir türlü yenemedi. Recep Usta’nin dükkânini ögrendi. Dükkân komsulariyla bu durumu konustu. Ama O’na baslangiçta hiç kimse inanmadi. Meraklarini gidermek isteyenler, çocugun babasinin tarif ettigi yere gelmeye basladilar. Burada çocuk, çocugun babasi ve Recep Usta’nin dükkân komsularindan olusan bir kalabalik, aksamlari Kazalpa Çayi üzerindeki Recep Usta’yi günlerce izledi. Bu durumu duyanlar da bu kalabaliga katilmaya basladi. Recep Usta’nin bu davranisina bir anlam veremeyenler, kendi aralarinda tartismaya basladilar. Ulastiklari ortak görüs: Recep Usta’nin çaydan akan sulari seyretmeyi sevdigi oldu. Ama bu düsünce zamanla yetersiz kaldi. Tartismalar ve aksamüzerleri Recep Usta’yi izlemeler devem etti.
Nihayet terzi Davut’un dükkâninda bir daha toplandilar. Burada Recep Usta’nin durumunu enine boyuna tekrar tartistilar.
Önce Terzi Davut:
 “Acaba sifasiz bir hastaliga mi tutuldu,” diye söze basladi. Kunduraci Abdullah:
“Yok, öyle bir sey olamaz. Oldukça saglikli görünüyor, masallah.”Semerci Hüseyin:
“Açamadigi bir derdi mi var acaba? Insanoglu bu belli olmaz.” Nalburcu Murat:
“Benim aklima ne geldi biliyor musunuz? Sakin ruhsal bir sikintisi olup, bunalimda olmasin?”Zücaciyeci Mahmut, ayaga kalkarak:
“Size bir sey söyleyeyim mi? Recep Usta dükkâninda da zaman zaman dalip gidiyor. Ben karsidan bu durumunu çok gördüm” Helvaci Esat:
“Tarihi olaylara ve güncel konulara ilgi duyan Recep Usta, gazeteleri de günü gününe okur, elinden adeta hiç kitap düsmez. Söylediklerinizin hiç birine katilmiyorum. Bize düsen, Recep Usta’nin dükkânina gidip, gördüklerimizi açik açik sormaktir. Gidip soralim, ne dersiniz?”
Kisa bir sessizlik oldu. Bazi komsular” evet öyle yapalim” derken, bazilari da baslariyla “evet” anlaminda hareketler yaptilar ve Recep Usta ile konusmaya karar verdiler.
Helvaci Esat, Recep Usta’ya bazi dükkân komsulari ile ziyaretlerine gelmek ve Musa Kalfa’nin yaptigi kahveden içmek istediklerini bildirdi.
Dükkân komsulari, çocuk ve çocugun babasi hep birlikte kararlastirdiklari gün Recep Usta’nin dükkâninda bulustular. Dükkâna girdiklerinde; Musa Kalfa ile çirak Kadir, dükkânin arka tarafinda bulunan ve Istanbul’dan yeni gelen ince tenekeleri sayarak, birbirleri üzerine topluyorlardi. Recep Usta, sekil vermek için, mengeneye sikistirdigi tenekelere ahsap tokmakla vuruyordu. Misafirlerin dükkâna geldiklerini görünce, hepsi, islerini birakip, gelenleri divanin üzerindeki minderlere buyur ettiler.
Musa Kalfa’nin yaptigi kahveler içildikten sonra, Helvaci Esat, gördüklerini ve yasadiklarini, Recep Usta’ya nazik bir dille, kendisinin ve komsularin bu durumdan duyduklari endiselerini anlatti. Bir müddet sessizlik oldu. Recep Usta:
“Agalar dogru söylersiniz. Gördükleriniz dogru. Bu güne kadar kimseye açamadigim ve içimde bir volkan gibi kabaran beni hem üzen hem de sevindiren olaylar oldu. Önce bunlari anlatayim. Daha sonra, Kazalpa Köprüsü’nde beni uzaklara alip götüren nedir. Bunu anlatayim,” dedi.
Kisa bir sessizlik olduktan sonra, Recep Usta, gelenlerin yüzlerine ayri ayri bakarak konusmasina basladi:
“Anadolu’da yasayan insanlarin çektikleri çileleri düsünüyor, üzülüyorum. Osmanlinin misir taneleri gibi dünyanin dört bir tarafina savurdugu, sonra da onlari kaderleriyle bas basa birakmasini anlayamiyorum.”
Yüz ifadesi degisti, içini çekerek devam etti:
“Kendimi tanidigim andan itibaren Bulgar Daglarinda, Bulgar çeteleriyle birebir savasan, Bulgar çetelerinin acimasiz katliamlari sonucunda yasamlarini yitiren, çolugu, çocuguyla baba yurdunu terk eden ve bin mesakkatlerle Anadolu’ya gelen insanlarin yasadiklarini hatirladikça, içim sizliyor efendiler, içim sizliyor.”
 Gözlerini bir noktaya dikerek, anlatmasini sürdürdü:
 “Balkan Savaslarinda, dört yil önce bagimsiz olan Bulgarlarin, Istanbul Önlerine, Çatalca’ya gelip dayanmalarini hazmedemiyorum.”
Recep Usta’nin anlatmalariyla, farkli bir âlemde yasar gibi kendinden geçenlerin: “dogru” demeleri, ortaliga bir hüzün havasi yaratti.
 Recep Usta, yanindaki havluya ellerini sildikten sonra anlatimini sürdürdü:
“Allahüekber Daglarinda; bitten, soguktan, aç, susuz, üstünde, basinda, ayaginda olmadan, açliktan ve donarak doksan bin insanimiz öldü. Çanakkale’de; çoluk, çocuk, genç, ihtiyar, iki yüz elli bin insanimiz hayatini kaybetti. Yemen, Filistin, Suriye, Hicaz çöllerinde, binlerce insanimiz, gittikleri yerlerden bir daha dönmediler. Dönenler de ya bacagi, ya kolunu kaybetmis olarak döndüler. Her sey bir yana da su Romanya’ya, yani Galiçya’ya neden gittigimizi hala, bu gün bile, anlamis degilim. Ingilizleri Misir’dan çikarmak için Kanal’da insanlarin neler çektiklerini biliyorum. Bunlari da anlatacagim. Biz Müslümanlarin yasadigi topraklari, düsman ayagi degmesin diye savasirken, Hicaz Emiri Hüseyin, Osmanliya karsi Ingiliz’le birlik oldu. Ah, insanlarimiz neler çektiler, neler. Binlerce insan. Bunlarin arasinda daha biyiklari bile terlememisleri de var. Binlerce Anadolu kadini dul; binlerce yavru da öksüz kaldi. Cigerim yaniyor komsular. Ben dalip dalip gitmeyim de, söyleyin kimler dalsin, hadi söyleyin. Dogu Cephesi, Inönü, Sakarya, Dumlupinar Savaslari; Antep, Maras, Urfa savunmalarini bir düsünelim, buralarda kaç bin insanimizi kaybettik. Sükürler olsun, kurtulusumuza kavustuk. Birkaç ay önce Cumhuriyet Bayramimizi coskuyla kutladik. Hep bir agizdan Onuncu Yil Marsini söyledik. Bir gelincik tarlasi gibi bütün yurdumuzu bayraklarimizla donattik. Birbirimizle kenetlendik, bir millet olduk. Içte bunlara da çok seviniyor, gururlaniyorum.
” Sükür, çok sükür” sesleri, bir anda dükkânin içini doldurdu. Sonra yine derin bir sessizlik oldu. Herkes yere bakiyordu. Birbirlerinin yüzlerine bakmaya adeta cesaretleri yoktu. Sessizligi Recep Usta:
”Birer kahve daha içelim,” diyerek, bozdu.
 Gelen kahveler yavas yavas içildikten sonra, gözler ve kulaklar tekrar Recep Usta’daydi.
“1915 yilinin bahar aylari yeni baslamisti,” diye sözlerine basladi Recep Usta. “Ingilizleri Misir’dan çikarmak için yirmi bin kisilik bir orduyla Kanal Harekâti baslatildi, ben o orduda askerdim,” diyerek derin bir nefes alan Recep Usta anlatmasina devam ederek: “Süveys Kanali’nin Dogu tarafina yerlestik, karsi tarafta da Ingilizler var. Kanalin karsisina geçerek Ingilizleri oradan atacagiz. Yalniz bu isi Ingilizler duymadan çok sessiz yapmamiz gerekiyor. Bunun için günler öncesinde sallar yapildi. Sallarla sabaha karsi gruplar halinde karsiya geçerek, süngü süngüye savasacagiz. Safak sökmeden alaca karanlikta sallara bindik. Sallar beserli gruplar halinde ayni sirada ve ardi ardina da beserli siralar halinde karsi kiyiya hareket etti. Kanalin yarisina varmistik ki, karanligi yirtarcasina bir ses ortaligi kapladi. Karsi taraftan top ve makineli tüfek atislari arkasi kesilmeden devam etti. Neye ugradigimizi sasirdik. Ilerlememiz mümkün degildi. Çekilisimiz de çok kolay olmuyordu. Geçen her saniyede onlarca asker yaralaniyor, suya atliyor veya düsüyordu. Kisa bir sürede suyun yüzünü cesetler kaplamaya basladi. Yaralilar, bir taraftan kurtarilmalari için bagirip yakarirlarken; bir yandan da sallara çikmaya çalisiyorlardi. Ilk isiklarla birlikte suyun kipkirmizi oldugunu gördük. Birinci denememiz bu sekilde basarisizlikla bitti. Ikinci, üçüncü denemelerde ayni sekilde sonuçlandi. Binlerce askerimizi kanalin sularina birakarak geri dönmek durumunda kaldik. Iste, Kazalpa Köprüsünden bakarken bu yasadiklarimizi hatirliyor ve kendimden geçip, dalip gidiyorum,” dedi.
Dinleyenler, gözleriyle ölenleri ve yaralananlari görür; kulaklariyla da, top, makineli tüfek sesleriyle vurulan askerlerin feryatlarini duyar gibi, Recep Usta’nin yasadiklarini birebir yasadiklarini hissedip, kendilerinden geçtiler. Çocuk korktu, sapsari oldu, babasinin kolundan sikica sarildi. Bazilarinin da gözlerinden gözyaslari damlalar halinde çenelerine dogru akmaya basladi. Herkes gergindi. Recep Usta, son olarak:
 “Iste böyle dostlar,” diyebildi.
YORUM EKLE

banner284