ATATÜRK’E SALDIRMAK-2

Tarihi süreç içinde, Avarlar, Uzlar, Peçenekler, Hunlar, Macarlar, Bulgarlar, Oğuzlar adlarını alan Türkler, sürekli olarak Doğu’dan Batı’ya göç etmişlerdir.

Türkler, girdikleri topraklarda da; Batı Hunları, Türkişler, Oğuzlar, Gazneliler, Karahanlılar, Harzemşahlar, Samanoğulları, İran Selçukluları, Anadolu Selçukluları, Suriye Selçukluları, Kirman Selçukluları, Memlüklüler, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Timur, Osmanlılar, Türkiye Cumhuriyeti adlarını alan devletler de kurmuşlar ve bu coğrafyalarda kültürler de üretmişlerdir.

Türklerin yerleşme ve kültür üretme coğrafyaları, bulundukları coğrafyaların sürekli olarak Batısı olmuştur.

Kısacası Türkler, çağdaşlaşmayı sürekli olarak Batı’da görmüşler ve bu süreçte de geldikleri coğrafyaları ve bu coğrafyalarda ürettikleri kültürleri hiçbir zaman yok saymamışlar, yadsımamışlardır.

Daha açık bir anlatımla, Orta Çağ’da Türklerin yaşadıkları coğrafyaların Batısında bir İslam Uygarlığı ve Yeni Çağ’dan itibaren de Avrupa Uygarlığı, çekici duruma gelmiş ve Türkler, bu uygarlıklar içinde yer alarak, çağdaşlaşmak istemişlerdir.

İşte Türklerin bu genel siyasi ve kültürel gelişmelerini çok iyi kavrayan, tarihin en büyük Türk milliyetçisi olarak tanıdığı Atatürk, Türk toplumuna vizyon olarak çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve onu aşmak, olarak göstermiştir.

Atatürk, çağdaşlaşmayı farklı coğrafi yerlerde yeniden yerleşerek değil, bulunduğumuz coğrafyada, ülkede barış, dünyada barış ilkesi içinde ve akıl ve bilime dayalı olarak gerçekleştirilmesini öngörmüştür.

Çağdaşlaşmak, duracağımız yerdir. Çağdaşlaşmak ile üzerinde siyasi birlik oluşturduğumuz ve kültürler ürettiğimiz mekânları, coğrafyaları unutmak, onları ruhsal ve zihinsel dünyalarımızdan söküp atmak değildir.

Ama aynı zamanda da bu, eskiye dönüp oralardaki yaşam ve kültürel yaşantılarımızı tekrar sürdürelim anlamına gelmez.

Kısacası çağa yönelmek, geriye dönmekle olmaz.

Çağa dönmek, bir nevi ileriye giden bir aracı, sürekli geri viteslere takarak olunmaz.

751 yılında, Çin ile Abbasiler arasında Talas Nehri kıyısında yapılan Talas Savaşı’ndan sonra Türkler, kitleler halinde İslamiyet’e girmeye başladılar ve İslam dünyasında ortaya çıkan siyasal çalkalanmalardan da yararlanmaya yöneldiler.

Abbasilerin siyasi birliğinde çözülmelerin baş göstermesi ve Tevaifi Mülük adını alan devletlerin oluşması ile bu devletlerden, Şii Büveyhoğulları, Bağdat’ta bulunan Abbasi Halifesi Kaim Biemrullah’ı baskı altına aldılar.

Şii baskısı altında olan Halife, Selçuklu Hükümdarı, Tuğrul Bey’den yardım istemesi ve Tuğrul Bey’in Bağdat’a 1055 ve 1057 yıllarında gelerek, Halifeyi Şii baskılardan kurtarması, Türklerin, Suni kesimler arasında siyasi ve dinsel nüfuz kazanmasını ortaya çıkarmıştır.

Bu gelişmeyle birlikte Türkler, İslamiyet’i yorumlama farkları nedeniyle ortaya çıkan Suni ve Şii ayrışımında Suni tarafta yer almaya başladılar.

1514 yılında yapılan Osmanlı-Safevi arasındaki Çaldıran Savaşı’ndan sonra, Sunilik, Anadolu’da kurumsallaşmaya başlamış; Osmanlı-Safevi arasında Suni-Şii çatışması ivme kazanmış, ayrıca Anadolu’daki Aleviler, ötekiler olarak algılanmışlardır.

Alevilerin öteki olarak görülmeleri, günümüzde de zaman zaman huzursuzluklara neden olmaktadır.

Yavuz Selim’in, 1517’de Ridaniye Savaşı ile Tomanbay’ı yenerek, Memlükler’e son vermesi, halifeliği Osmanlılara geçirmesi anlayışı ve Kahire’den 200 kadar ulemayı İstanbul’a getirmesi, Osmanlıların dünyayı algılamalarında bir değişiklik getirmiş ve Osmanlı Devleti, teokratik bir yapıya bürünmüştür.

1585 yılında, İstanbul’da toplanan Osmanlı uleması, fen bilimlerinin(fizik, kimya, biyoloji) bu dünya ile ilgilendiğini, aslında önemli olanın bu dünya değil öteki dünya olduğu tartışmasını gündeme getirmişlerdir. Bu durum, Osmanlılarda bilimsel gelişmeleri sekteye uğratmıştır.

Nihayet Osmanlılar, 1718-1730 yıllarında, İstanbul’da III. Ahmet zamanında yaşanılan Lale Devri’nde, ilk kez Batı’nın teknolojik ve bilimsel üstünlüğünü kabul etmişlerdir.

SÜRECEK

YORUM EKLE

banner284