ÇOCUKLUGUMDAKI IBRALA 2

Köyde evlenme için dügünler harmandan sonra baslar, bahar aylarina kadar, yani kis aylarinda yapilirdi. Gençler çok erken yasta evlendirilirdi. Bilhassa kiz çocuklari, ilkokulu bitirir bitirmez, okumayanlar da yine o yaslarda evlendirilirdi ki, galiba o yillarda tek geçim kaynagi çiftçilige, insan gücü yetistirme gayesi düsünülürdü. Evlenmesi geciken kizlara da KALGIN denildigini, kadinlar arasindaki dedikodular ve kavgalarda çok duymusumdur.
Köyde evlenmeler çogu kez görücü usulü ile yapilirsa da, bu o yillardaki örf ve adetlere sadece uyulmasi içindi. Esasta ise; gençler kendi arasinda ya bir arkadas, ya anneler arasinda konusularak, çogu kez de, biz akran arkadaslar kizlari paylasir, bu paylasim kizlara kadar ulastirilirken, kizlarin da, ayni yolla seçimleri bizlere kadar ulasirdi
Ancak is ciddiye geldiginde, çogu kez bu seçim büyükler marifeti ile bozulur, Allahin yazgisi sayilarak, baska baska kisilerle evlenilirdi. Küçüklügümde komsu bahçedeki kizlarin birer agaca çikip “Cevizin yapragi dal arasinda. Severler güzeli bag arasinda” sarkisini çok dinlemisimdir ki, bence buralarda kim bilir kaç kiz ve erkek tanisip evlenmis, veya ask yasamislardir.
Çok eski dügünleri de söyle hatirlarim. Hafta basinda baslayan dügünler, en son Persembe gününe kadar devam ederdi. O güne kadar çokça kiz evinde hanimlar kendi aralarinda eglenirken, oglan evinde de, gençler kendi aralarinda eglenir, ihtiyarlar ise dügün sahibinin adina “mübarek odasi” denilen yere gelip; ‘hayirli, ugurlu olsun’ der, kendilerine oradaki görevli tarafindan mangal veya ocakta kaynatilan kahve ve yaninda bir de sigara ikram edilirdi.
Dügün boyunca; oglan evinde yapilacak yemeklerin pisirilmesi, gelen misafirlerin üsümemesi için soba ve ocaklarda yakilmak üzere gerekli odunlar, birkaç gencin, çok erken saatlerde, köyde daha uyanmayanlarin kapilarini da çala çala önlerine kattiklari merkeplerle Kalif, Enece, Megil gibi dag tarafindaki, mevki ormanlarindan odun kesmeye giderler, buna da “dügün odunu” denirdi.
Nihayet Persembe günü kusluk vakti kaleden tellalin çagirdigi köy halki, oglan evinde dügün yemegini yerlerdi. Bu arada damat da, umumiyetle bir damda yine senliklerle, kalabalik bir toplulugun arasinda ‘güveyi tirasi’ olurken, berber aniden tirasi durdurur “Ustura kesmiyor!” der, bahsisini aldiktan sonra, tirasi bitirirdi. Ögle namazindan sonra da, büyükçe bir kalabalikla, gelini almak için, kiz evine gidilirdi.
Kiz; anne, baba, kardes ve yakinlari ile vedalasirken, çok duygusal anlar yasanir, çogu kez aglanirdi. Mesut olmasi için dualar edilirdi. .Bu arada; gelinin yatak, yorgan, yastik gibi esyalari, o yillar develere yüklenir, bunlarin üstüne; yeni evine götürüp serecegi, hali, kilim atilirken, kiz tarafindan bir genç, bir yastigi kaptigi gibi kosarak damadin evine gelir, yastigi damadin sirtina vurarak, bahsisini alirdi.
Artik kiz evindeki isler bitmis, gelin yakinlari tarafindan ata bindirilmis, basindaki süslü fesinde; pul pul parlayan pullar, boynunda altinlari takili, basi örtülü, ancak yüzünde seffaf bir perde, dügün alayinin önünde yürüyüse geçtiginde, onun hemen arkasinda, baslarinda tepsiler içinde, gelinin kirilacak esyalari, “yenge” tabir olunan kadinlar tarafindan tasinirdi.
Dügün alayi o yillarda köyün tellali da olan, pos biyikli, cüsseli, kirarmis saç/sakali ile pehlivan yapili Koca Kurtoglu Dayi ve omzunda, boyuna uygun kocaman bir davulu, tokmagi ile dövmeye baslar, buna yaninda simdi adini hatirlayamadigim girnataci ile, sanirim yakin tarihimizde geçen savaslara çagri gibi olan ve çok söylenen “Hay gaziler..Yol göründü aman aman” marsini veya türküsünü çalarken, Çocuk oldugum halde, beni bile etkilerdi. Bu arada sirtlarinda ve önlerinde hayvan postuna bürünmüs yüzleri ve dizkapaklarina kadar açik
yerleri, siyah bir madde sürüldügünden, biz çocuklarin korktugu, “Araplar” da alaya ayrica bir renk katarlardi.
Nihayetinde; damadin evine varildiginda, gelin attan inmek istemedigi için, kayinpeder veya kayinvalide araya girerek, geline bir armagan vaat edildikten sonra, attan inmeye razi olurdu. Bu arada damat da damdan, içinde madeni para ve su olan bir testiyi, asagida münasip bir yere attigindan, testi kirilir, biz çocuklar da, yerlere saçilan paralari kapisirdik.
Bildigim kadari ile, o yillarda koca evine gelen gelinler, kirki çikana kadar disariya çikmaz veya çikarilmazdi. Anam hemen komsuya gelin giden bir kiz kardesimi, 40 gün hiç göremedigini söylerken, hüzünlenir aglardi. Yine o yillarin adetlerine göre; yeni gelin bir hafta boyunca kayinvalide veya kayinpederine, normal sesi ile degil, fisildayarak konusurdu. .
Son yillarda mahallenin gençleri; kiz evinin önüne masa düzerler, masanin üzerine konulmus sigara, kolonya gibi esyalarin üzerine, sisirilmis fiyat listesi konur, oglanin babasi veya bir yakini, oradakilerle bir pazarliga tutusup, bedelini ödedikten sonra, gelin evden alinirdi..
O yillarda köydeki yasam:
Kendi ailemden bildigim gibi, hemen yanimizdaki komsular, mahallemiz ve bütün köy halkinin tamaminda; aileler ufacik da olsa bir avlusu, bu avlu içinde, çogu kez alti ahir veya samanligi, üstünde ise, küçük bir araligi da olan, tek odali evlerde, çoluk, çocuk birlikte yasar, yemekleri ayni yerde yer ve yine orada uyurlardi.
Muhakkak ki; o kocaman köyde, benim bu tarifime uymayan, çocuklarini bir baska odada yatiran aileler de vardir. Ancak o yillari yasayan biri olarak; gerek ailemde ve gerekse komsu ve mahallemde zengince olan aileler de dahil, bilhassa kis aylarinda, bu imkani yaratan veya tatbik eden bir aileyi, asla göremedim..
Yani o yillar delikanliliga erisse bile, bir kiz veya oglanin kendisine ait bir odasi olmadigindan, evleninceye kadar, o tek gözlü odada, baba, ana ve kardesleri ile birlikte yasamak ve uyumak mecburiyetinde kalinirdi.
Yaz aylarinda insanlar daha rahattir. Hiç olmazsa bütün bir kis boyu, içinde yasadiklari o tek odali evlerden baska, döllük veya yaylalara çikildigi gibi, çokça da, o yillar tamami toprak olan damlarda yatilirdi.
Evimiz küçük bir avlu içinde, altta ahir ve samanligi, bize yetecek kadar bir de örtmesi olup, bu örtme tabir olunan yerde; anamin kendi eli ile yaptigi tandirda ekmegimizi, ocaginda da yemegimizi yaparken, aksamlari da, ahsap basamakla çikilan tek odali evimizin önündeki tahtalida yatardik. Bazi yillarin yaz aylarinda ise; Degirmen önündeki bahçemize göçer, oradaki tek odali damda yatardik ki, buralarda gözlerden de irak oldugumuzdan, fakirligin verdigi mahkûmiyet ve ezikligi, fazla hissetmezdik.
Köydeki evimizin önündeki tahtalida yattigim yillarda; sabah erkenden, hemen yakinimizdaki Kilise Camisinin ahsap ezenliginden, Müezzin Topal Osman Emminin “Tanri uludur, Tanri uludur” sesi ile uyansam da, ortalik henüz isinmadigindan, yataktan çikamaz, yorganin içine iyice yerleserek, günes çikincaya kadar, orada kalirdim..
Bu arada; evimizin hemen önünden geçen yolda, inegini sagdiktan sonra, cami önünde birikmekte olan sürüye yetistirmek için, “hoh” “hoh” diyerek önündeki inegi kovalayan kadinlarimizin sesini duyar, o serinlikte, basimin üzerinde sürüler halinde uçan kirlangiçlari görürdüm.
Tam o saatlerde; her yil baharda gelip, ark basinda Uçanlar diye adlandirilan ailenin bahçesindeki kavak agacinda yuva yapan leyleklerin, boyunlarini çevire çevire “lak” “lak” seslerini duyarken, yine arkin basinda Ulu Mese (Pelit) agacinin dorugundaki, kartal yuvalarindan, taa evimize kadar gelen, çiglik çigliga olan seslerini, duyardim.
Çok iyi biliyorum ki; yine o yillar sabahlari evlerdeki kahvalti; çayla, peynirle degil, ev haniminin erkenden kalkip, kis ise; sobada veya mangalda, yaz ise; avlusundaki kendi eli ile yapmis oldugu ocaklarda, odundan yaktigi ateste, adina “sulu pilav” tabir olunan, çorba ile yapilirdi.
Ahsap veya altina elek eskisi konmus bakir sininin etrafina diz çökerek oturan ev halki, sininin üzerindeki kalayli tastaki sicak çorbaya, tahta kasikla uzanir, alir ve içilirdi. Durumu iyi olanlarin sonbaharda yaptiklari etlikten kalan ciger kavurmasi varsa, çorba çok daha nefis olurdu.
Ögleyin pek bir yemek yenmezse de, yine de ufak tefek bir seyler atistirirken, aksamlari daha çesitli, kuru fasulye, nohut, mercimek veya yazin kurutulmus kurulardan biri pisililerdi. Yinede aksamlari yemeklerin basi pilav ve yaninda kayisi veya erik kurusu hosafi olurdu. Dügün ve mevlitlerde ise; diger yemekler yaninda, üzeri etli pilavlari mutlaka yerdik..
Çok eski yillardan beri köyümüzün en güzel geleneklerinden biri de; dügün ve bayramlarda birlikte gülüp, aci günlerimizde de, aciyi paylasma adetlerimizdir ki, su anda torunlarimiz köyü terk etmis olsalar da, bunu simdiki yasadiklari Karaman’da aynen sürdürürken, son günlerde Konya’da ikamet eden Yesildereli’leri de, bir dernek altinda toplama girisimlerini büyük bir ümit ve sevinçle takip ediyor ve bekliyorum. Insallah o da olacak ve yine acimizi ve sevincimizi buralarda da, paylasarak garip kalmayacagiz.
Bizim zamanimizda baba ve analarimizin yaninda çocuklarimizi bile sevme lüksümüz yoktu. O günlerden kalan bir aliskanlikla, ben hala çocuklarima ‘oglum’, ‘kizim’ diyemedigim gibi, sevgi duygularimi, en yakinima bile uzun yillar açamamisimdir.
O yillar söylenen bir deyimde “Yar yatakta, çocuk kucakta” derlerdi. Ama yetistigimiz ortam buna asla müsaade etmemistir Erkek kardeslerimden biri; Yukarideredeki bahçemize giderken, küçücük çocugunu kucagina aldiginda, bunu gören babamin “ver, ver onu anasina!” dedigini aci aci anlatir..
Yeni nesil kardesim. Yukarida saydigim yasam tarzi, o yillarin bir çocugu olarak yalniz benim degil, köydeki bütün çocuklarin ve köy halkinin bizzat yasadigi, yasama seklinin ta kendisiydi. Siz o yillarda ayni odada yatan çocuklarinin içinde, bir kari koca iliskisinin, ne dereceye kadar saglikli olabilecegini, hiç düsündünüz mü?
Ya analarimiz. Ev halkinin tümü uyurken, mecburiyetten yikanilmasi sirasinda oradakilere hissettirmeden çekine çekine kalkip, yalniz odunla isitabildigi suda, yikanirken hissettiklerini,
Sunu da hiç aklinizdan çikarmayin ki, bu durum onlarin da hiç bir sekilde asla istedigi bir yasam tarzi degil, mecburiyetten, katlanmak zorunda kaldiklari bir yasam tarziydi. Çünkü yoktu ve çaresizdi. Üst üste girdigimiz savaslar, bu savaslarda kaybedilen insanlarimiz, ekilemeyen arazilerimiz, Osmanlidan kaldigindan ödemek mecburiyetinde oldugumuz agir borçla birlikte, hiçbir makine gücü olmayan, çesitli hastaliklarin salgin halde oldugu çok fakir, okumasi yazmasi bile olmayan bir halk toplulugu. Buna bir de, o yillardaki gelenek ve göreneklerimizin eklendigini düsündügümüzde, o günkü atalarimizi neyle suçlayabiliriz ki.
Onlar bizim için çok büyük ve agir bedeller ödeyerek ömürlerini tamamlayip, bu dünyadan göçüp gittiler. Bugün çogumuz, içerisinde yasam için gerekli bütün araç ve gereçlerinin oldugu, çok odali ve kaloriferli evlerde yasiyorsak eger, bunun çogunu onlara borçluyuz. Onlarin su andaki tek istekleri ise, dua ve anilmaktir.
Devam ediyor 
YORUM EKLE

banner284