ÇOCUKLUGUMDAKI IBRALA (Yesildere) 2

Bu radyo yaz günlerinde, ikindiye dogru, asagidaki kahvenin önündeki avluda bir masanin üzerine konur ve sabirsizlikla, o yillarda adina AJANS HABERLERI de denilen ve Ikinci Cihan Savasinin savas haberlerini anlatirken, oradakiler can kulagi ile dinler, sonra da akli erenler, bu haberleri oradakilere anlayacaklari sekilde açiklama yaparak anlatirlardi Bu radyonun aküleri de kaleye monte edilen ve rüzgâr kuvveti ile dönen dinamodan sarj edilirdi.
Iste o yillar Köyde yeni askere gidecek olan gençlerin acemiliklerinde fazla zorluk çekmemeleri için askerde çavus olmus ve yillarca askerlik yaptiktan sonra terhis olarak köye yeni dönmüs bulunan Kellecilerden Bekir Aydogan (Bekir Çavus) Korundibi’nde ellerine tüfek boyunda sopalar vererek onlari talim ettirmisti.
Aksamlari evlerde yanan gaz lambalarinin isigi sizip, düsman tayyarelerinden (uçak) görünmesin diye, bekçiler sokaklari dolasarak isigi sizanlari uyarir, ikaz ederdi. Köye tahsis olunan gazyagi ise; Köyün Kâtibi Haci Hüseyin Efendinin ismini okudugu sahsin getirdigi siseye, bekçi tarafindan verilen bir litre gaz yagi, aktarilarak evlerine götürülürdü.
O yillarda köyün muhtari da olan Çanakkale Gazilerinden Topal Musa Dayim da Dösemeye; örnek olsun diye, askerde gördügü gibi bir de istikam kazdirmisti ki, çocuklugumuzda burada, emsal arkadaslarimla, kafamizda canlandirdigimiz savas oyunlari oynardik.
Yine o yillardan hatirliyorum da; bulundugumuz sokakta, okumasini yazmasini bilen kisiler parmakla gösterilecek kadar az oldugundan, çocuklari askerde olanlarin çogunun analari, babama gelirler, gelen mektuplarini okuturlar ve karsiligini da yazdirirlardi. Bunlardan biri de Kürsüoglu Dayinin esi Meryem Teyzeydi. Gelen mektubu ile bize gelir, babama; “Mustafa’miz, Duranimdan (Kürsü oglunun Duran) mektup geldi, sunu bir okuyuver” der, mektubu can kulagi ile dinler, sonra da karsiligini yazdirip giderdi.
Babama yalniz mektup yazdiranlar degil, hastalarina sifa arayanlar, çocuklarina nazar kâgidi yazdiracaklar ve hatta o gün dagda kalmis hayvanlarini kurt yemesin diye Canavar Agzi Baglatmaya! gelenler ve hayvanlarina kiran (Salgin hastaliklar) girenler de, çare için babama gelirlerdi.
Babam gelenlere; “Bunlara inanmayin, bunlarin çogu bos ve safsata seyler” diye geri çevirmeye çalissa da, bazilari israr eder, veya anam araya girerek; “Hay Mustafa, bu bir tesnif, kapimiza kadar gelmisler, bos çevirme” der, babam da çokça anami veya gelen kisileri kiramaz, o meshur eski yazi dua kitabindan gereken duayi bir kâgida yazar, muska sekline getirip, verip, savardi.,
Bu dualarla ilgili olan ve hala aklima geldikçe aci aci gülümsedigim bir olayi da söyle hatirlarim. ‘O günlerde, ismini hatirlayamadigim, ihtiyarca bir teyze, yine bize gelmis; “Mustafa su dua kâgidini üç sene evvel eskici Hüseyin’e yazdirmistim. Iki sene davarlarimdan hiç biri ölmemisti. Bu sene her gün bir/ikisi ölüyor. Herhalde kâgidin hükmü geçti. Yeniletmek için Hüseyin’i ariyorum ama yok. Karamana gitmis. Eski yaziyi sen de bilirsin. Sunu aç ta, ayni duayi yaziver” diyerek elindeki muskayi babama vermisti’.
Babam kâgidi açtiktan sonra; içindekileri okurken, birden gülmeye basladiginda sasirdik. Gelen teyze “Ne gülüyon Mustafa, duaya gülünür mü?” diye çikistiginda, babam bu sefer kâgitta olanlari sesli olarak söyle okumustu.”Gügül gügül gügüldesin Daha beterine ugrasin.” Kadincagiz bir Vela havle! çekerek, bu duayi yazdirdigi eskici Hüseyin’e söylene söylene uzaklasip gitmisti..
Köydeki hastaliklar:
1940 yilinda Karamanda bulunan Süvari Alayini, Köyün Muhtari da olan Topal Musa dayi köye davet ederek Dösemede yemek vermis, askerler yemeklerini yerken biz çocuklar da onlarin mataralarini, oradaki buz gibi akan çesmeden doldurup verdigimizden, onlar da bize kumanyalarindan, çok sevdigimiz kesek helva dedigimiz helvalari ikram ettiklerinden bol bol helva yemistik.
O yillar köyde Verem, Sitma ve daha bizim bilemedigimiz birçok hastaliklar da vardi. Babam o gün bu askeri birligin doktorunu getirerek, verem hastasi olan halam’i muayene de ettirmisti. Ancak halam o yil vefat etti.
O günün gecesinde, babam ve anam halamlardayken, ben kardeslerimle evde yataklarimiza yatmistik ki, aniden evimiz sallanmaya baslamis, raflardaki kap/kacak üzerimize düsmeye basladiginda, o yillarda henüz güncel olan Erzincan Zelzelesi’ni (Deprem, Yer sarsintisi) hatirladigimdan, hemen kardeslerimi alip disari çikarirken, babam ve anam da kosarak gelmislerdi.
O yillarda köyde günde iki veya üç kisinin cenazesinin çiktigi bir salgin hastalik ta o zamanlarin yetkililerinin ifadesine göre “tifüs” hastaligiydi. Herkes korku içinde yasarken, Köye buharla çalisan bir Etüv’ün geldigini, mahallemizde bir evin kapisina kilit vurularak giyecek esyalarinin bu Etüv denilen makineden geçirdiklerini, kahvelerde bit muayenesinin yapildigini da biliyorum. Okulda biz çocuklar zaten her gün bit muayenesinden geçiriliyorduk.
Su anda, her ikisi de Allahin Rahmetine kavusmus oldugundan ismini veremedigim, o günlerde köyde sakaci bir kisinin, hem konusmasini ve hem de iki tirnagi arasinda bit öldürürken “Yavsaklanmisik” diyerek bir kadinin taklidini yaparak, oradakileri güldürdügünü hatirliyorum ki Bit, DDT denilen ilaç çikincaya kadar, köyde hemen herkesin basi ve çamasirlarinda, bilhassa da, kadinlarin uzunca olan saçlarinda hiç eksik olmamistir.
Dogum sirasinda kaybettigimiz genç kadinlarimiz, o zamanki adi ile ‘satlican’ denilen, sonunda çokça ölümle neticelenen Zatürre’den,”karnindan bir agri tuttu, sebebi o oldu” dedikleri, kivrana kivrana gözümüzün önünde Apandist’den, o günlerde ismini hiç isitmedigimiz Kanser veya daha nice hastaliklardan, ne kadar canlarin gittigini yalniz Allah bilir.
Kestel’in düzlügündeki ak toprakliktan, kadinlarimizin getirip, oturdugumuz odalari boyayip cilaladiklari topragin, Pinarkolu’ndan çesmelerimize kadar tasinan sularin tasindigi künklerin Asbestli, yani kanser yapan topraklardan yapildiklarini bilmiyorduk ki. Bir de eski insanlarin yas ortalamasinin 40 oldugundan bahsedilir. Sanirim Kellecilerden olan bir kadinimizin da, o toprakliktan, toprak kazarken yikilan toprak altinda kalarak öldügünü hatirliyorum.
Sitma asagi yukari bütün köy halkinda var gibiydi. Ben bile her gün aksama dogru sitmanin atesi ile kivrandigim günleri hatirlarim. Bu hastaligin ilaci olan Kinin’e de yeterince ulasildigini pek zannetmem. Aylarca çektigim bu hastaliktan rahmetli babamin üzerine
damlatilan bir ilaçla, rengi sari veya kirmiziya dönmüs, bir adet çok aci çay sekerini yedirdikten sonra sitmadan kurtulmustum. O yillarda ismini benim de duydugum, ancak simdilerde hatirlayamadigim, belki de yasak veya kocakari ilaci olan bu ilaçli seker beni o sitmadan kurtarmisti.
Bilhassa kis günlerinde is güç ve hayvanlarin bakimi gibi sebeplerle disarida kalip üsütenlere (kupa) sise çekerek veya ceviz agacinin yapraklari içinde terletilerek üsütmeden kurtulmaya çalisilirdi. O sirada bu hastalara bolca dag çayi ile birlikte Opon veya Gripin de içirilerek, daha çok terlemeleri saglanirdi.
Yas ceviz yapraklarinin insan vücudundaki üsütmeyi çekip aldigina inanildigindan, hastalar yer yatagina serilen çarsafin üzerine bolca serilen ceviz yapraklari üzerine çirilçiplak soyularak sirt üstü yatirilir, gögsü üzerine de bu yapraklardan bol bol serilip, üzeri yün yorganla örtülür, hasta üstünü amcasin diye yaninda beklenir ve iyice terlemesi saglanirdi.
O yillarda adina ‘satlican’ denilip bilhassa yasli kimseler ile çocuklar üzerinde daha etkili, bugünkü adi ile de Zatürre olarak bilinen bu hastaliktan da, ne kadar insanimizi kaybettigimizi Allah bilir.
Nazar için hastalara dua okunup yüzüne üflenir veya bir hocaya giderek muska yazdirilirdi. Nazar için bir de “kursun dökme” islemi yapilirdi ki, simdi bile o islemi gözümün önüne getirdigimde korkar, içim parçalanir.
Bir küçük tavanin içinde eritilen kursunlar, oturmus bulunan hastanin basi üzerine serilen örtü üzerinde, bir baskasinin elinde içinde soguk su olan kabin içine dökülür dökülmez “caz” diye bir ses çikarirken, kursunlar suyun içinde göz göz sekillere ugrardi. Bu isi yapanlar; “Bak su gözlere, gördün mü? Gözü çikasicalar!, nazar degirmisler!” der, buna da inanilirdi.
Simdi düsünüyorum da; o esnada eritilmis olan kursun, kazaen birinin üzerine dökülse, acaba o insani ne hale getirirdi! Düsündükçe içimde bir ürpertiyi hala duyarim.
Köyümüzde yukari mahallede bir de “ocak” vardi ki, köy içinden, civar köylerden ve hatta Konya’dan bile bu ocaga her türlü hastalik için çare arayanlar gelirdi. Buraya gelen hastanin üzerine kirmizi bir bez serilir, eline büyükçe bir biçak alan ocagin kiyicisi da, bu biçagi o bezin üzerinde kiyar gibi hareketler yaptirirdi ki, buna da “kiyilma” derlerdi. Bu ocaga yürüyemeyen veya agrilar içinde gelenlerin, kiyildiktan sonra sifaya kavusarak ayrildiklari söylenir..
O yillarda doktorlar, bize çok uzak ve ona ulasmak adeta imkânsiz bir seydi. Yani biz insanlar tamamen sans ve kaderimizle bas basaydik. Yani o günlerdeki deyime göre; asagi yukari hepimiz “kiran artigiydik”. 
YORUM EKLE

banner284