ÇOCUKLUGUMDAKI IBRALA (Yesillere -2)

Anamin anlattigina göre; dogdugumda çok zayif/çelimsiz biri de (hirik) oldugumdan, o yillarin benim gibilere uygulanan adetleri üzerine; Yukari Degirmen’in çark evinden, bir gügüm içinde getirilen su, güneste isitildiktan sonra (çimdirilmis) yikanmis, Deli Elif’in sirtina bindirilerek, Köyün etrafini dolastirilmisim..
Daha sonra da Döseme Dere Köprüsü’nden sola, yani Bend’e dogru giderken, yol üzerindeki, simdilerde olmayan ve o günlerde dallarinda renk renk bez (çaputlarin) bagli oldugu, meshur igde agacinin kökünden geçirilmis, igdeye benim için de bir bez baglanmis ve en sonunda da Karaman’da Demir Gömlek Tekkesi’ne bile götürülüp getirilmisim.
O yillarda yeni dogan çocuklar belli bir yasa kadar annelerinin sütü ile beslenir, uyumaya yatirilirken de kundak denilen genisçe bir bezin üzerine serilen ikinci bir bez üzerine çan(tenekeden yapilmis eski deve çanlarina benzeyen kutu)’da isitilan toprak dökülür, isisi elle kontrol edildikten sonra, çocugun belinden asagisi bu toprakla örtülüp, önce toprakli bezle, sonra da digeri ile sarilir, ve özel kundak ipi ile iyice baglandiktan sonra, ya besigine ya da salincak denilen yatagina yatirilirdi.
O yillarda biberon bilinmediginden veya bulunamadigindan, çocuklara annelerinin agzinda çigneyip yumusattiklari ekmek, seker veya pekmez karisimi olan gevisleri, ince bir tülün bir tarafina alinir, çocugun agzina girecek sekle getirilerek çocuga verilir, buna da “sormuk” denilirdi. Birkaç aylik olduklarinda da, küçük bir kasikla sulu yemeklerden verilmeye baslanirdi. Sonralari lastik emzikler çikmistir ki, zaman içinde ben ve benim çocuklarimdan bazilari da, yukarida sayilan ayni usul ve uygulamalarla büyütüldük.
Ilk hatirlayabildigim büyükçe bir alanda toplanmis bir kalabaligi, kenarda koca bir davul ve düdük (klarnet) çalan iki kisi ile bu kalabaligin ortasinda belinden asagi fistan (entari) giymis birinin parmaklarinda sipsan(çalpara)larla döne döne oynadigini, bu kalabalik çemberinin bir yerinden yanimda babamin amcasi olmasi sebebiyle, benim de amcam olan, Balkan Savasi gazilerinden Hasan Demir’in oglu Ismail Haci (Boduk Haci) ile korka korka seyrettigim bir senlikti..
Dört veya bes yasina geldigimde ise, bu senliklerin bir sünnet dügünü oldugunu, bu dügünün de sokagimizda en uygun yer olan bizim, emmimin ve baska bir yakin akrabamizin evlerinin bulundugu, o koca kapili büyük hayat (avlu) içindeki o günlerin büyükçe olan toprak örtülü, biz çocuklarin da yavas yavas üzerinde çesitli oyun ve oyuncaklar yaptigimiz ahir dami oldugunu, bu sünnet isini yapanlarin da, o yillar bilhassa bahar aylarinda köye gelen (Abdallar) Romen vatandaslar tarafindan yapildigini anlayacaktim.
Çogunlukla ortada oynayan bu köçege bir yorgan verilir, köçek bu yorgani basi üzerinde döndüre döndüre oynarken, sonunda bir yere firlatip atardi.
Ben kendi sünnetimi hiç hatirlamam. Anamin; sünnet oldugum günlerde babam köyde olmadigindan, beni kapi komsumuz babamin arkadasi, Pirtici Halanin esi Konyali Fuat adinda birinin sünnet ettirdigini söylerdi.
Disarida bu senlikler olurken, esas sünneti yapacak olan “usta” dedikleri sahis da evin içinde, sünnet edilecek çocugu bir yakininin (kirvenin) kucagina alip bacaklarindan siki siki tutmasindan sonra, elindeki özel keskin ustura ile, isini kisa sürede bitirir, yaranin üstüne bir toz attiktan sonra, ücreti ile birlikte, elini yikadigi bir kalip sabunu da alip götürürdü..
Çocuklar dis çikarmaya basladiklarinda; bugday veya misirdan, bulgur kaynatilarak, yakin komsulara ikram edilir buna da DIS BULGURU denirdi.
O yillarda kisin çok kar yagardi. Öyle ki, devamli yagan karlarin, o yillardaki toprak damlarini günde iki kere küremek mecburiyeti dogar, sonra da bilhassa ikindiden sonra kürenen bu damlara saman kirintilari dökülür, her damin üzerinde bulunan tas yuvaklarin (silindir) deliklerine takilan ahsap çikriklarla, damin üzerinde defalarca gelip gidilerek, iyice yuvulurdu.
Bu mevsimde hayvanlar da köyde agil ve ahirlarda oldugundan, onlarin yiyecekleri hemen oradaki samanliktan verilir, sulanmalari için çesme veya su arkina götürülürlerken, damlardan kürenen karlar, geçis yollarini da kapadigindan, bir hayli zorlanilirdi..
O kis günlerinin gecelerinde babalarimiz odalara ve kahveye gider, bizler de çok yakin komsu ve akraba çocuklari ve analarimizla, çok kere babamin amcasi, ayni zamanda benim de amcam olan (Boduk Hasan) Hasan Demir’in evine giderdik. Radyonun ve televizyonun olmadigi o yillar, biz çocuklarin tabaklar içinde önümüze konulmus kavurga ve bulguru atistirirken, analarimiz da dâhil, masallar diyarinin bir dâhisi olan Yengemin anlattigi, uzun hikâyelerini dinlerdik.
Yengem ayni zamanda eli de becerikli biriydi. O yillar yeni nisanlanan kizlarin çeyiz bohçalari ile nisanlisina götürecekleri arasinda, adina “Yaglik” denilen, beyaz patiska bezden yapilan mendillerin kenarindaki en iyi iplik oyalarini, önündeki tahtadan gergefine taktiktan sonra, Kerem ile Asli Hikayesinden ögrendigi deyislerden birini de yanik sesi ile söyleye söyleye isine devam ederdi.
Bir de, köyde bulunan adina Istar veya Çulhalik ta denilen, çul, çuval, harar ve heybeler ile o yillarda erkeklerin giydigi pontur(pantolon), hirka-ceket ve halilarin dokundugu tezgâhlarda kullanilacak ipleri, ahsaptan yapilmis büyükçe çikriginda döndüre döndüre büktügünü hatirlarim.
Bir eli ile çikrigin hareket kolunu çevirirken, diger eli ile de bu ipleri ig dedigi bir mil’e sararak yumak haline getirir, yine yanik sesi ile, eski yillarda, çocugu olmadigindan üstüne ikinci bir hanim (kuma) getirilen genç bir hanimin kaderine aglarken, kocasina sitem dolu sözlerini içeren, uzunca, ancak ne yazik ki su anda birkaç kitasi aklimda kalmis olan, bir deyisi de söyleydi:
Yokusuna dogru da Engürü (Ankara) yolu
Üstüme gelenin oldu bir oglu
Kucagim bombos, Yüregim dolu
Vay ninni söylemeyen dillerim benim
Cici besik ügrümeyen kollarim benim
Bir oglum olsa da versem hocaya
Okuya okuya çiksa heceye
Yüzümde kalmadi sefil kocaya
Vay ninni söylemeyen dillerim benim
Ciçi besik ügrümeyen kollarim benim
Artik yasim da 6–7 oldugundan, evimizin büyükçe, iki kanadinin birisi kocaman bir kol demiri ile baglandigindan devamli kapali, digerinden de, hem insanlarin, hem de hayvanlarimizin girip çiktigi, kapisindan girildiginde; içinde emmim ve yakin akrabadan ihtiyar bir ninemizin de evlerinin bulundugu kocaman bir hayat’i (avlu) hatirliyorum.
Avlunun içinde müsterek kullandigimiz bir tuvalet, kocaman bir ahir ve bu ahirin toprak daminda, emmimin oglu Ismail ile kendimizin yaptigi, ilk oynadigimiz oyuncaklar.
O yillar babam köydeki bes sinifli Ilkokul’un hademesi olup, okulun basögretmeni de Latif Turhan adinda biriydi. Köyde ilk Gramofonu, bu ögretmenin getirdigini saniyorum. Bir kis gününde ailecek bize gelirken beraberinde bu Gramofonu da getirmislerdi ki; ”Adalardan
bir yar gelir bizlere”, “Çikar yücelerden” ve daha nice eski sarkilari ilk defa o gün dinledigimi hatirlarim.
Televizyonun ilk çiktigi yillarda, nasil o evde toplanip hayran hayran seyredildigi gibi, o yillarda da köyde Gramofonu olan evlere, hele hele yaz günlerinde de damlara toplanilarak, çesitli sarki ve türküleri, o yillar en çok ta Refik Basaran adindaki sahsin plaklarini dinlerdik.
Bu evimizde iken 1940 yilinda yapilan nüfus sayimi sirasinda disari çikmamiz yasaklanmis oldugundan, yengemin o koca kapidan söyle basini çikarip baktiginda, Nüfus Memuru Ali Kaya’nin, Yengeme bir tokat atmasini gördügümüzde, biz çocuklar çok korktugumuzdan, kosarak kapidan uzaklastigimiz hatiralarim arasindadir.
Babamin emmisi Hasan Amcam yasça Dedem Osman’dan daha büyükmüs ki bu yüzden onun oturdugu ev bizim oturdugumuz evden daha büyük, baskösesinde ocagi ve tandiri da olan, tavanindaki kalem kadar düzgün ve saglam agaçlarinin, ocakta yakilan odun isi sebebiyle simsiyah olmus bir evdi ki, evin dedelerim tarafindan da kullanildigi söylenirdi.
O yillarda, lambalarda yakilan gaz yaginin bulunmadigi veya ulasilamadigi yillarda, üzerinde çira (çam) yakilan, 15–20 santim yüksekliginde çamurdan yapilmis yuvarlak, yakilan çamlarin dik durmasi için üzerinde delikleri de olan, bir nesne de vardi ki adina KÖLE deniliyordu. Yengem bu köle ile aydinlandigimiz çok geceler olmustu derdi.
O yillarda bir de çamurdan yapilmis içine konulan o günlerin saglam mese agacinin közlerinin etkisiyle pismesi zor ve uzun süren nohut, fasulye gibi yemekleri pisirirken tikir tikir ses çikaran ocaklar vardi ki, bu ocaga da KÖZ OCAGI denilirdi..
1940 yili benim Ilkokula basladigim, ayni zamanda bu avludan bölünmüs arsa üzerine dis kapisi müstakil, sokaga açilan kendi yeni evimize tasindigimiz yildir. Yeni gelen Sirri Çömlekçi adindaki basögretmen; okula kaydimi yaparken, o yillardaki çok yaprakli nüfus cüzdanimin ilk yapragina da 28 yazmis ve “Senin okul numaran 28, sakin unutma” tembihini de yapmisti
Devam edecek.
NOT: Bilindigi gibi eski yazilarim arasinda ayni adi tasiyan yani Çocuklugumdaki Ibrala-Yesildere adinda bir yazim da var..O yazimda bildiklerimi çesitli sebeplerle kisa kisa cümlelerle ifade etmistim.Bilhassa yeni nesil hemserilerimden telefonla veya bizzat “Köyümüzdeki eski örf ve adetlerimizi, geçmisimizi sizin yazilarinizdan ögreniyruz.Yazmaya devam edin”dediklerinden bunu bir görev olarak kabul edip bu konuyu daha detayli olarak tekrarliyorum.
12 Subat 2015 Konya
Tevfik DEMIR.
Konya’daki Yesildereli 
YORUM EKLE

banner284