DAMAĞIMDAKİ TADLAR

    Bizim kuşağa sorarsan; sadece günümüzün duruş, davranış, anlayış, yaşayış ve değer yargıları değil, ekmeğin, suyun, havanın bile tadı yok. Çok da haksız sayılmazlar.
    Çok değil, daha 50 yıl önce ekmeğimize GDO’lu tohum, kimyasal gübre henüz nüfuz etmemiş, sanayi bu kadar gelişmemiş, içme suyumuz göl ve denizlerimiz katı, sıvı atıklarla henüz tanışmamış, soluduğumuz hava araba egzozlarından, kömür ve doğalgazdan bu denli ağzının payını almamıştı.  
    Hayatta, bir güzel tadlar bir de kötü tadlar unutulmaz. Bizim kötülerle işimiz yok, biz güzelliklerle ilgiliyiz.
    İnsanlar bile, saf, temiz, halis muhlis, doğal ve gerçekti. Ayhan Işık, Belgin Doruk henüz televizyon camının arkasında değil, hayatta idi bizzat kendileri vardı. 
    Boyasız bulgurumuzdan kemikli et ileyapılansulu pilav, heyre çorbası, içine kakırdak koyularak sacda yapılan ot böreği, yerli pirincimizden yapılan zerde ve pekmezli tereyağlı un helvası ülke sınırlarından çıkıp bilinmezliğe göçüp gittiler. Bugün tavada kızaran tereyağının kokusu yapıldığı mutfakta bile hissedilmiyor.
    50 yıl öncesinin biz çocukları, yaygın olduğundan kayısı, erik ile dutu mide ve bağırsaklarını bozuncaya, burunlarından gelinceye kadar yediler. Yalnız, sezonunda şehre bir-iki defa gelip bir anda serap gibi kaybolan birkaç kasa portakal ve mandalinanın tadını ancak eşraftan ve memur ailelerinden şanslı birkaç çocuk biliyor, muz ise, olan bir şey mi yoksa bize varmış gibi gelen uzaylı, zaman zaman oralardan sarı ışıklar gönderen tatlı mı, mayhoş mu, ekşi mi olduğunu bilmediğimiz yıldız kadar uzak bir şeydi. 
    1963 yılı babamın da mensubu olduğu Ziraat Bankası’nın 100. Kuruluş Yıl Dönümü idi. Şube girişi bayrak, çiçek vs. şeylerle süslenmiş, içeride masa üzeri bankanın kurucusu Mithat Paşa’nın çerçevesi ve adını duyup tadını bilmediğim kutlama çikolataları ile doluydu. Hizmetlinin tepsiyle yaptığı ikram, birden fazla alma bakışı ve terbiyemiz nedeniyle tek bir çikolata ile sınırlı kaldı. 
    60’lı yılların ortalarında ilçede falan yere cocacola (kola)gelmiş diye bir laf dolandı. Babam o günlerde 1 litrelik Aile Boyu cam şişe ile çıktı geldi. Rüya gibiydi. Yedi kişiden oluşan aile o gün kana kana kolaya doydu (!). O güne kadar kebabolan ciğerlerimiz bayram etti. 
    Belki aynı yılın ortalarında, dedem Yazılı (Göndere) ve Morcalı köylerindeki birkaç parça tarlasını o yıl kendi adına buğday ekmesi için babama vermiş. Ekin zamanı o güne kadar duyup fakat kendisini görmediğimiz biçerdöver adında apartman büyüklüğünde bir canavar çıktı geldi, akşama kalmadı tarlaların hepsini üfledi. Sığındığımız bir ağaç altında beş-altı hamal, canavarın kullanıcısı, babam ve ben nereden ve nasıl geldiğini bilmediğim bir leğen dolusu etliekmeğe öyle bir girişmişiz ki sonrasını hatırlamıyorum. Yalan değil o gün bu gün öyle bir etliekmek yemedim.
    Kayınpederim tarafından akraba, adsız gurme Hacı Ahmet Gürbüzkol’unKırmahalle evindeki bir tepsi dolusu etliekmeğin tadı yirmi yıl önce ekin tarlasında yediğim etliekmeği bir kere daha hatırlamama yetti.
    80’li yılların ortası. Bankacı bacanağımın Adana İncirlik Üssü girişindeki esnaf müşterisinden bize kadar ulaşan kehribar sarısı, fazlaca fırınlanmış tuzlu Amerikan fıstığının tadını o gün bugün hiçbir fıstıkta bulamadım.
    1990’lı yılların başları. Pınarbaşı köyündeki babamın teyzesinin oğlu Kara İbrahim dayının içinden ırmak geçen Dere Mevkii’ndeki küçük sebze bahçesindeki tek golden elma ağacının gel beni ye diye o baştan çıkaran kırmızı yanaklı sarışınınkütür kütürlüğü, suyunu ağza salıvermesiyle damağımda bıraktığı tad aynen duruyor.
    Birkaç yıl sonra Karaman Mersin yolu çıkışı bugün kavşak içinde kalan elma bahçesinin ekim ayının kızgın güneşinde iyiden kızaran starking kırmızı elmalarıPınarbaşı’daki sarışın sevgiliyi aklıma düşürecek kadar baştan çıkarıcıydı.
    2000 yılından az önce iş yerinden hayli kalabalık gittiğimiz Fisandun Baraj sahasında üç taş ocak üzerinde toprak tencerede yaptığımız bol etli güveç üzerine güveç yemedim. Yediysem de, boşa masraf etmişim demek ki. 
    2000 yılı başları bacanağım hocam İbrahim Küçük’ün evinde karışık dev meyve tabağından tattığım içi çikolatalı hatay hurması (cennet meyvesi) tek kelimeyle nefis ve lezizdi. 
    Çağımız doğal olmayan, sentetik, sağlığa zararlı, yabancı kaynaklı hazır, özenti tadlar çağı. 
    Geçenlerde ismi lazım değil bir yakınımın yaptığı karnabaharlı, brokolili, soğan, sarımsaklı, havuçlu çorba ve brüksel lahanalı bezelyeli yemek Allah’ın gücüne gitmesin, Allah yokluğunu göstermesin diyeceğim, başka da bir şey demeyeceğim. Siz anladınız diyeceğimi. Güzel tadların sürekli olmaması gibi kötü bir huyu var maalesef. 
    Nimetin iyisi-kötüsü olmaz derler. Yediğimiz her şey nam-ı nimet. Ama şu da bir hakikat: Günümüzdeki her şey gibi; ekmeğin, suyun ve havanın tadı hem ekşi hem bozuk. 
    Şair: Her şey çabuk kirleniyordu/Birinciliği beyaza verdiler diyor. Haklı… Bu garip gezegende insanların ağız tadı hızla bozuluyor, birinciliği damak tadı alıyor. 

 

YORUM EKLE

banner284