Diğer Canlılarla

Değerli dostum, Salur köyünden Prof. Ramazan Özgan’ın “Çift Başlı Kartla” başlıklı incelemesini okuduktan sonra, hayvanlarla ilintili olarak, ne yazabilirim diye düşünürken, annem usuma geldi.

Onun masallarıyla büyümüştüm. Bir gün bize “Kartallarla-Leyleklerin Savaşını” anlatmıştı. Ta eskilerde Hacı Baba Dağının zirvelerinde kartallarla leylekler öyle bir cenge tutulmuşlar ki binlercesi ölmüş. Leyleklerden yana olan halk bu nedenle dağın adını Hacı Baba yapmışlar. Güzün, güneye uçan leyleklerin hacca gittiklerini bildiklerinden ona Hacı Baba Leylek adını vermişler. Toroslar Leyleklerin, Karadağ kartalların yurduydu.

Komşumuz Macır (göçmen- muhacir) Ahmetlerin aşenelerinin (aş evi), buharesinin (baca) üstü de bir Leylek ailesinindi. Onların tak-taklarını işitmek bize mutluluk verirdi. Ebemin bu yöne bakan penceresinden o yuvaya bakar, onları izlerdim. Çiftleştikten sonra gurka yatarlardı. Bir süre sonra özellikle mart ayında civcivler dünyaya gelirdi. Civcivler biraz ayaklanınca, nedense üçüncüsü yuvadan atılırdı. Bir süre sonra, yavru yine atılırdı. Abam bu kez yavrunun kanadını kırmızıya boyar ve yuvaya koyardı. Yine olmazdı. Yavru yavruya alınmazdı, ölürdü.

Annem güvercinlerin yüzünden uzlaşmaz bir çekişmemiz vardı. Bana, güvercin için “etimi yiyen doymasın, bokuma basan onmasın” derdi. Bulgur, buğday ne bulursam aşırır, güvercinlerimi beslerdim. Hele hele süt beyaz, ikisini ikindi sonrasında göğün mavi derinliklerinde uçurmak ne güzeldi. Annemin yanında kedilerde başımın belasıydı.

Kedi deyince, kapıların alt bölümüne açılmış “kedi deliğini” anımsadım. Hemen hemen tüm evlerin iç kapısında olurdu. Keçeyle kaplanır, kedilerde buradan içeriye girerlerdi. Kedi deliği deyimi bir de “çizgi” oyununun deyimiydi. Oyunda cezalı olana verilirdi. Oyundaki düz taşı yanlışlıkla çizgiye getirene oynaması için dar bir boşluğa verilen isimdi.

Yine annemden konu açayım: Köyün tozundan dumanından işinden yılınca “kel olsun, kör olsun, Karaman’dan birisi ile evlenip şu hayvan beslemekten kurtulayım” demiş. Ve onca yaşa bakmadan babamla evlenmiş. Ne faydaki ne fayda orada da Kara İnekle Sarı İnekle burun buruna gelmiş. Bu yüzden epey ahlandı.

Halamgilin tek atlı arabası vardı. Atı geceleri Demirayak’ın bahçesine otlatmaya götürürdük. O zaman gökyüzü, ayı yıldızları izler, Jül Verne’lik düşler kurardım. At deyince Hz. Ali’nin düldülünü, Yaşar Kemal’in Demirciler Cinayeti-Akçasazın Ağalarını anmamak olmaz. Bir de Cengiz Aytmatov’un Gülsarı’sı. Boyalıdaki yatır Ali Beke’nin orada bir izin Düldüle ait olduğu söylenirdi. Yaşar Kemal ustanın romanında geçen şu sözleri hiç unutmam: “O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler” Ya Gülsarı’nın başına gelenler?

Gel de Abidin’in Esmer’ini anımsama. Köpekle kardeşçesine sevişirlerdi. Esmer onun yüzünü yalar, öper, kucağından hiç inmezdi. Kuyruğu sağa sola oynar dururdu. Vefayı Esmer’de gördüm. Kişilikleri öylesine bütünleşmişti ki hiç ayrı kalmazlardı. Kendi yemek yemez Esmer’i beslerdi.

Çocukluğumun gözde kuşu saksağandı. Onun yüzünden Beşiktaşlı oldum. Onun zekâsı da yabana atılmaz. Saksağan bıyığını da ekleyelim; yoğurt pekmez karışımı. İbibik kuşu benim adaşımdı. Gözlerim onun gözlerini andırıldığında İbibik derlerdi.

Kadife nedense eşeğe verilen bir isim. Gözleri nedeniyle olmalı. Dünyanın sesi çıkmayan hamalı, yol mühendisi ağzı var dili yok emekçisi. Ahmet Rasim ustanın “Falaka” öyküsünün figüranı. Yazın Kuran öğreten hocanın eşeği Çelebi. Hocadan canı yanan öğrencilerin, kursa geldiklerinde ilk baktıkları yer ahırdır. Birbirlerine sorarlar, Çelebi gelmiş mi gelmemiş mi? Çelebi gelmemişse, hoca da gelmemiş demektir. Eskiden çok sevdiğim, şimdiyse gitmeye hiç canımın istemediği Avgan’ın yüksek bacaklı eşeklerine yine de bir selam vermek borcumdur.

Başımın belası tahtakurularının emdiği kanlar uykusuzluklar, sınav korkuları unutulmaz. Onların şerrinden Kürt Rıfat Kaylı ile ranzaları yurdun düz damına çıkarmamız, yağmurda ıslanmamız anı oldu gitti. Odamızın duvarları, tahtakurusu leşi ve kanlarımızla resimlenmişti.

Muradiye (Van) depremini önceden fareler aracılığıyla öğrenmiştim. Zemine serdiğim yatağa başımı koyduğumda, toprak altından telaşlı fare gidiş gelişleri yoğunlaşmıştı. Nitekim bir iki gün sonra deprem olmuştu.

Nedense bizimkiler “k” harfini unutup “g” harfini dillerinden düşürmezler, bende öyle. Garaman – Gonya, garga gibi. Garga deyip geçmeyelim. Zeki, kurnaz ve hırsızdır o. Sürülerle yaşar. Özellikle balkonlardan sabun ve kurutulan cevizleri çalar ve sonra onları yere atıp, kırar, afiyetle yer. “Garga garga gak dedi” tekerlemesi, bir zamanlar hiç ağzımızdan düşmedi.

Karıncaların yaşamıyla ilgili bir kitap okumuştum. Beş milyonluk buzullar içerisinde bulunmuşlardı. Kitaba öykünerek cam ve alçıdan bir yuva bile yapmıştım ya, yuvayı dağıtmak istemediğim için bundan caymıştım. La Fontaine’in “Karınca ve Ağustos böceğindeki karıncayla aram hiç iyi olmadı. Çılgın hızlarıyla oluşturdukları yiyecek kafilelerini yere çöküp, çok izledim. Kimi zaman yanımda getirdiğim bisküvileri ufalayarak onlara şölen de çektim.

Yılan derken ödüm kopar. Nedense eskiden bize, her evin bir yılanı olduğunu sıçanları yedikleri ve zararsız oldukları anlatılırdı. Yılan deyince Şahmaran’ı, Ahi Evren’i de anmak gerek. Ahi Evren deği Ahi Evren (Ahi: Arkadaşı) (Evren: Ejder, yılan) demek. Ahi bodrumunda beslediği yılanlardan zehir toplar, bunlardan ilaç yaparmış. Onun öyküsü uzun. Bir başka zamanda ona da değiniriz.

Ceren, kızımın adı. Kanarya yıllardır beklediğim şarkıcı. Muhabbet kuşu evimizin tez canlı tatlı belası. Daha ilkokuldayken uydurma bir sirk gelmişti. Aslan kafesindeydi. Adı, Mecit’ti. Sahibi “salla Mecit” dedi mi aslan hapşırıyor mu, gülüyor mu, kükrüyor mu bilemem, öylesine bağırıyordu. Sirk gitti ama arkasında “Salla Mecit” bağırışları kaldı geriye. Kuşlar padişahı Simurg’u ileride yazarım.

YORUM EKLE

banner284