ESKİ ZAMAN ÇOCUKLARI–2 

(Geçen yazının devamıdır) 

Okula başladığım yıllarda  (Kızıllar)Taşkale Köyündeki ilkokulun dördüncü ve beşinci sınıfı bulunmadığından, oranın çocukları da bizde okurlardı ki, dördüncü ve beşinci sınıflar oldukça kalabalık olurdu.. Ayni yıllarda, o sınıflar orada da açıldığından, kendi köylerine taşındılar. 

Okuyup yazmayı, başladığım yılın ortalarında öğrenmiştim. Zamanla okumayı o kadar sevdim ve benimsedim ki, elime ne geçerse okuyor, okuyordum ama ancak bulabildiğimi. 

O yıllar artık üçüncü sınıftan itibaren yaz tatillerinde bir başkasının işinde çalışmaya da başladığımdan, o kişinin bilhassa nadas bitiminden, harmana kadar boş olan öküzlerini, kırda güderken, okumak için bulabildiğim ve kimseye göstermeden mintanıma gizleyerek kırlarda kendimden geçercesine büyük bir hevesle okuduğum, ancak ve ancak ilkokulun dördüncü veya beşinci sınıflarına ait tarih ve okuma kitapları olurdu ki, o yıllarda başka hiçbir kitabım zaten yoktu.  

Dördüncü sınıfa geldiğimde ise, bir iddia üzerine; öğretmenimizce ayni sınıftaki rahmetli arkadaşım Ali Karayumak ile yarıştırılmış, belli bir dakikada, beşinci sınıftaki arkadaşlar da dahil, okulun en doğru ve en süratli okuyanı da seçilmiştim. 

Daha önceki yazımda da anlattığım gibi; bilhassa İkinci Dünya Savaşı’nın da etkilerinden, ailecek çok zor günleri yaşıyorduk ama, okul tatile girer girmez de, yukarı deredeki bahçemize göçer, tek odası olan damına sığınır, oradaki ve onun tam karşısında, karşı yakadaki başka bir bahçe ve Güdük cevizlerinin bulunduğu, yine küçük tarlamıza ektiğimiz çeşitli meyveler, sebzeler ve mısırlar sayesinde, köye göre gözlerden de uzakta, oldukça rahatlar, okullar açılacağında ise, köydeki evimize taşınırdık. 

Kış günlerinde köydeki evde daha zor olan haftada bir kere yapılan çamaşır ve yıkanma işi; bahçemizde hem yaz gününün bahşettiği güneş, geniş saha, hemen yanımızdaki arktan kolayca temin ettiğimiz bol su ve yakacak sayesinde, daha kolay ve çabucak olurdu. 

Köyün tek geçim kaynağı o yıllarda öküzlerin çektiği sabanla yapılan çiftçilik, yine iptidai şekilde yapılan hayvancılık ve biraz da, meyve ve sebzecilikti ki, diğer bütün ihtiyaçlar, yalnız ve yalnız, hububat ve bazı hayvan ürünlerinin fazlasının satılmasından karşılanırdı. 

O yıllar köyde ilkokuldan sonra okumak veya başka bir sanatla uğraşmak için köyden ayrılmak adeti de olmadığından, erkeklerimiz mecburi olan askerlikten sonra hemen köye döner, hayatı boyunca bu köyde tek geçerli olan kendine ait çiftinde, çubuğunda ya da yine çiftçilikle ilgili olarak, başka birinin yıllıkçısı veya o yıllar köyde bir hayli çok olan (develer dahil) büyükbaş veya küçükbaş hayvan sürülerinin çobanlığında çalışarak geçimini sağlamaya çalışırdı ki, zaten ben de o yıllardaki anlayışla asker dönüşü, bir başkasının işinde, ya aylıkçı veya yıllıkçı olmaya en büyük adaylardan biriydim. 

İlkokuldan hatırladıklarım arasında; şimdiki üniforma ve yakalık hemen hemen yok kadar azdı ama erkek çocukların hepsinin o yıllar adına kep dedikleri şapkalarımız bulunuyordu. O yıllar henüz önleyici ilaçları da bulunmadığından, hemen hemen çoğumuzda olan ve her sabah sınıf başkanı tarafından yapılan bit muayenesiydi. Kızların muayenesi, ayrı bir yerde, yine kız arkadaşları tarafından yapılırdı.  

Yine hatırladığım kadarıyla; köyümüzde o yıllar birkaç bakkal, Karamandan gelmiş birer ikişer terzi ve (eskici) ayakkabı tamircisi, yine bir iki berber, bir manifaturacı ve bilhassa at ve merkeplerimizi nallayan ve ufak tefek zirai alet yapan demirciden başka esnaf, memur olarak ta nahiye müdürü, nüfus memuru, okul öğretmenleri ve Jandarmadan başkası, tamamen o bildiğimiz iptidai şekilde yapılan çiftçilikti. 

Son yıllarda belediye binası olarak yapılan yerde, şimdilerde biraz doğuya taşınan Şabaniye Camisi, önündeki küçük bahçesindeki mezarlığı, giriş kapısının hemen yanında ve karşısında, bizim Yukarı Çeşme de dediğimiz, gece gündüz şırıl şırıl akan çeşmesi ve önünde hayvanlarımızın sulanması için taştan oyulmuş yalakları bulunurdu. 

Caminin batı bitişiğinde ise; altı o yıllardaki adı ile Aşağı Kahve üzeri de ahşap bir merdivenle çıkılan biri Muhtarlık, diğeri de içinde sanırım kimselerin yüzüne bile bakmadığı, benim ise, tesadüfen, o da korka korka, ancak bir veya iki defa gördüğüm, o yıllardaki çoğu Köy Enstitüleri, Türk Hava Kurumu gibi kuruluşların dergileri ve günü geçmiş gazeteleri de olan o yılların Halkevi odasıydı ki; ekmek kadar ihtiyaç duyduğum buradaki kitap ve dergileri, daha önce niye göremedim, niye başka birisi tarafından uyarılmadım, diye uzun uzun yasını da tutmuştum ama, o yıl hiç beklemediğim ve beni hayatımda en çok sevindiren bir yatılı okula gitmem olmuş, yaz tatilinde köye dönüşümüzde o binanın da yıkılmış olduğunu görecektim zaten. 

Ayni zamanda Aşağı Çeşme veya Aşağı Cami yolu üzerinde; sol tarafta küçük dükkânları, bu dükkânlarda da Karamandan köye gelmiş olan ve o yıllarda yemeni, kundura, mest lastik gibi ayaklarımıza giydiklerimizin tamirini yapan, adlarına da, daha çok eskici denilen kişiler ve yine bir de terzilik yapan kişilerin, iş yerleri bulunuyordu. 

 Aşağı Çeşmenin hemen önündeki, biraz genişçe olan alanda; adına “Giysilik” denilen, üzeri kapalı bir çamaşır yıkama binası ve burada üzerlerine konulan Haramilerin (küçük kazan) içinde su kaynatılan birkaç ocağı, sehpalar üzerine yerleştirilmiş düz saylar üzerinde ellerindeki tokuşlarla çamaşır yıkayan kadın ve kızlarımız da, hayal meyal hatırımdadır. Buranın hemen doğusundaki binanın ikinci katında ise, orman memurları bulunurdu. 

Yukarı Mahallelerde de olduğu gibi, o yıllarda tarihi Aşağı Çeşme’nin de suları, gece gündüz daima akar, hem o mahallenin içme ve kullanma sularını temin eder ve hem de taştan oyulmuş oluklarında, hayvanlarımız sulanırdı. Hemen cami bitişiğinde olan ilkokulun çocukları olarak, yakınımızdaki bu çeşmeden su içerdik.  

Ancak, sabahları su içmeye gelen değil biz çocuklar, su doldurmak için gelen hanımlar bile; o mahallenin (dilsizi, sağırı) işitme engellisi Urkuya’nın çeşmede eline doldurduğu suyu, her yüzüne çarptığında “püf, püf” diye çıkarttığı sesle, en azından on dakika süren yüz yıkamasını beklerdik.  

Okulun ve ona bitişik caminin güney cephesi, adına Camönü veya Camiönü adı ile ta Aşağı Değirmen arkına kadar uzanan, köyün en büyük meydanıydı ki, okulun teneffüs saatlerinde, bütün çocuklar bu alana çıkar, ders zili çalana kadar, bu alanda oynardık. Alanın doğu tarafında; ta yukarıdaki çeşme dahil, cadde üzerindeki bütün çeşmelerin atık suları, adına “Şımarı” da denilen ve dereye kadar uzanan, tabii bir kanal ve sonra da, evler, batı tarafında; yine bir birine bitişik evler ve arkın hemen yakınında, o tarihte metruk halde bulunan, tarihi hamam bulunurdu. 

Bu gün bile; değil nahiye merkezi, çok ilçe merkezinde bile bulunmayan tarihi hamam, belediyenin ilk yıllarında restore edildiğinde, o köye yıllarca hizmet etmiş, ora halkının kiri ve pasını temizlemiş, şimdilerde ise; o tarihi belde gibi, hamam da, eski yıllardaki uykulu ve yıpratıcı, sessiz kaderine terkedilmiştir. 

O alanın altında ve solda; aslında aşağı değirmen ve oradaki bahçelerin su ihtiyacını karşılamak üzere şımarı ve ara sıra gelen sel sularının çukuru üzerine gerilmiş, adına da “Geriz” denilen, ancak zamanla yıpranmış, kıyısından köşesinden su kaybeden oluklar, o yıllar ahşaptan yapılırdı. Bilhassa kış aylarında; bu oluklardan sızan sular donar ve kocaman havuç gibi şekillere dönüşür, biz çocuklar; öğretmen ve büyüklerimizin “sakın yemeyin, hasta olursunuz” dedikleri halde, onları koparır, yerdik. Ama tabii ki, hasta da olurduk. (Bu oluklar daha sonra, kalın saclardan oluşturulduğundan, su kayıpları da önlenmişti). 

Gerizin devamındaki arkın kenarında bulunan bir kavak ağacındaki leylek (çepeli) yuvasına, her yılın baharında, taa uzaklardan bir leylek ailesi de gelir, iki yavru yapar, yaz boyu lak-lak’larla yavrularını büyütürler, son güz ayında da; tekrar gelmek üzere, o sıcak ülkelere doğru, yavruları ile birlikte, uçar giderlerdi… 

Artık harmanlar da kaldırılmış olduğundan, bu Geriz de kalabalıklaşırdı. Çünkü hemen gelmekte olan kış hazırlıkları arasında en temel beslenme ihtiyacımız unluk ve bulgurlukların; hanımlarımızın oraya serdikleri bir çul içinde, şımarı suları haricinde, ayrıca arktan aldıkları sularla yıkanarak, içindeki kum, toprak, çör-çöpten arındırılır, bulgur olacaklar kazanlara, unluklar da değirmene kadar kurumaları için damlara serilmiş olurlardı. 

Bundan önceki yazımda kısaca çok küçükken o tarihi hamamdan aldığımız kıvamlı çamurla yaptığımız oyuncaklardan birazcık bahsetmiştim. O yıllar köyümüz büyükçe bir nahiye merkezi de olduğundan, burada görevli memurların çocuklarının elinde; para ile alınmış küçük lastik top, ağız armonisi(mızıka), balon gibi oyuncaklara, hayranlıkla bakıyorduk ama, bizim paramız olmadığından veya ulaşamadığımızdan, onları alamıyorduk. Lakin bizim de aklımızın ve elimizin becerisi kadar, yaptığımız oyuncaklarımız vardı... 

 Büyüdükçe de daha güzelleşen ve çeşitleri de çoğalan bu oyuncaklardan, aklıma hemen geliverenlerden; baharda ağaçlara su yürüdüğünde, salkım söğütlerin ince dallarından boru, biraz kalınlarından dilli düdük ve fıkka, bir cevizin üst ve altını, bir de yandan kızgın telle delip içini boşaltır, üst ve alt deliğinden sağlamca bir çöpü geçirir, bu çöpün baş tarafına daha yassı bir çöpü veya tahta parçasını monte eder, çöpün ortasına bağladığımız ipliği kendimize doğru her çekişte, “fır, fır” diye ses çıkaran, fırıldaklarımız. 

Sert ağaçlardan; tahra dedikleri aletle ve sonra da keskin bıçaklarla düzettikten sonra boyayıp süslediğimiz; düz yerlerde, elimizdeki kırbaçla, vura-vura çevirdiğimiz, veya ipliğe sarıp yere kuvvetlice attığımızda, hızla dönüşünü seyrettiğimiz, hatta yarıştırdığımız “katırlar” (topaç), devri-kamber (Ayçiçeği) sapından yaptığımız; tüfek ve tabancalar. O yıllarda hayvanların kıllarından ıslatıp, elimizde sıkıştıra sıkıştıra yaptığımız küçük topları. 

Bir küçük ve yassı tahta parçasının bir ucundan delip, o deliğe bir ip bağlar, başımızın üstünde hızlıca çevirdiğimizde “vınn-vınn” diye ses çıkaran, yine o küçük tahtalardan yapıp yüksekçe bir yere çaktığımız, rüzgar estikçe dönen, “yel fırıldakları”, sağlam olduğundan karaağaç dalından yayını, bir kamış çubuktan da okunu yaptığımız, bu çubuğun ucuna tenekeden eğip taktığımız ve tenha yerlerdeki kapılarda nişan talimi yaptığımız, “ok ve yayı”, hep o yıllardan, aklımda kalan oyuncaklarımızdı. 

Oyunlarımız ise; çokça ahır ve samanlıklarda oynağımız; Birdirbir, Saklambaç, Körebe, Tura, El El Üstünde Kimin Eli Var. Düz yerlerde; Hölle, Billi (Çelik çomak), toprağı yumuşak olan bahçe ve tarlalarda Gömmeli Billi, düz taşlarla Nanaç, damlarda Aşık Oyunu, kış mevsimlerinde; Kartopu, Buzda Kayma, Kardan Adam Yapma, gibi oyunları hatırlarım. 

Daha çok kız çocuklarının milli bayramlarda; koşarak kaşık içinde yumurta, ipliğe iğne geçirme, çuval içinde koşma, halat çekme, ip atlama, yere çizdikleri kareler içinde; düz bir taşı tek ayaklarında, o çizgilerden “kipi-kipi” sesleri ile aşırma, beştaş, hatırlayabildiğim oyunlarımızdandı. 

Bir de kış aylarında bizden daha büyüklerin, çokça çobanların oynadığı; birini önüne, diğerini arkasına bağlayıp, birini de külah şekline başına geçirerek giydiği, hayvan postu-derileri ve beline, kollarına bağladığı çeşitli çıngırakları ile adına “Saya Oyunu” denen bir oyun vardı ki, bilhassa küçük çocuklar, bu oyundan çok korkarlardı. 

Bu oyunda saya olmak; bilhassa o yıllardaki odaları dolaşırken yapılacak çok ağır şakalara da katlanmak gerekirdi ki, bu oyun daha çok kış günlerinde oynandığından, üzerine bir kova soğuk suyun boca edilmesine veya batırılacak çuvaldızların acısına katlanmak, cesaret gerektirirdi. 

Bu oyunun bir de; “Saya saya sallım baya, dört ayağı nallım baya” diye başlayan uzunca bir şiiri vardı ki, bu oyununu tam anlayabilmek için, ayrı bir yazı da, uzun uzun bahsetmek gerekir.                              DEVAM EDECEK   

YORUM EKLE

banner284