HAYAT TRENİ

Bilindiği gibi bütün canlılar doğar, büyür, neslini üretir ve sonunda ölürler ya, işte ben de bu doğal olayın ilk yıllarında önce anamı, sonrada babamı tanımış, her ikisinin de ebediyen yanımda kalarak, beni her türlü kötülüklere karşı koruyacaklarını sanmış, çocukluğun verdiği sorumsuzluk hürriyetinin de, böylece devam edip gideceğini düşlemiştim.
Dünya hayatımızı bir tren yolcuğuna benzetecek olursak; eğer tren yolculuğu sırasında bize ait kompartımana, benden sonra yeni misafirler gelirler, kardeşlerimiz,. Sonra okul, yeni, yeni arkadaşlar, biraz sonrada hayatımızın aşkı ve çocuklarımız.
Hiç bitmeyecek sandığımız bu tren yolculuğunda; neşe ve sevinçlerimiz olduğu gibi, acı, elem ve kederlerimizde olmuş, bunlara ilave olarak da, hayallerimiz, beklentilerimiz, merhabalar, Allaha ısmarladıklar ve sonunda; artık vedalarda başlamış, bizi hiç bırakmayacak sandığımız analarımız, babalarımız, kardeşlerimiz, eşlerimiz, evlatlarımız ve arkadaşlarımız hiç beklemediğimiz bir zamanda, bazı istasyonlarda, bu treninden inerek, dünya yolculuklarına son verip, öbür dünyaya göçtüler..
Tabii ve muhakkak ki sıramız geldiğinde; Allah’ın takdir ettiği istasyonda, bizlerde inip, yerimizi, bizden sonra bu hayat treninde yolculuğa devam edecek olan, yeni neslimize bırakacağız. Ancak, üzülerek görüyoruz ki, son yıllarda Cumhuriyet tarihimizin bu günlere kadarki süresi içinde, yurdumuzda bütün milletçe çok zor ve kötü günleri yaşadığımız gibi, sonunun da nereye varacağını bilemediğimiz bir durumumuz var. Bu kötü durumumuzdan bir an evvel kurtulmak için, bütün milletçe milli birlik ve beraberliğimizi bozmadan, sen, ben kavgasını bırakarak hemen en kısa zamanda, bu güzel vatanı bizden öncekilerden nasıl aldıysak, aynı bütünlüğüyle, eski, ama çok güzel hasletlerimize, asrın müspet ilmini de katarak, bizden sonraki neslimize, teslimine hazır vaziyete getirmemiz, en büyük ödevlerimizden biridir...
Üzülerek görüyoruz ki; şuanda en büyük sorunumuz doğu illerimizde yurdumuzu parçalamaya çalışanlarla, canı pahasına çarpışan, kendilerinden sonra gelecek olanların selameti için, kendi çocuklarını yetim, eşlerini dul, bırakan yiğit şehitlerimizi, günde üçer beşer, yurdumuzun çeşitli yerlerinde toprağa veriyoruz.
Son günlerde adeta kanıksamış ve sıradan bir olay gibi: “Şehitler ölmez vatan bölünmez”, “Allah rahmet eylesin” sözleri ile geçiştirmeye çalıştığımız asker ve polislerimizin evlerine düşen ateşlerle, analar ve babalar ağlamaya devam ediyor.
Ama ne yazık ki, şu ana kadar hiç kimse bu sorunun daha nereye kadar devam edeceğini bilemediği gibi, buna dur diyecek ciddi bir teşebbüsü de göremiyoruz. Öncelikle ve her şey bir tarafa bırakılarak, ilk iş bu ateşi söndürmek varken, siyasilerimizin tamamı kendi çıkarları peşinde ve sen ben kavgasındalar ki, görünüşe göre, hal böyle devam edecek olursa, oralardan gelecek şehitlerimizin de, gelmeleri devam edecektir.
Her gün bu olaylar devam ederken, bir zamanlar, hani milletçe ya var olma veya yok olma pahasına, o yorgun ve yokluklar içindeki Mili Mücadele günlerimizi hatırladım. Hani o koca imparatorluğumuzdan kalan, bugün içinde rahatça yaşadığımız son vatan parçasına saldıran Yunan ordularını, 13 milyonluk, yorgun ve yoksul halimizle yurdumuzdan atarken, bugün o eski yıllarla mukayese edilmeyecek kadar zengin, zinde, 80 milyonluk bir ulus haline geldiğimiz halde, güney doğu illerimizdeki PKK ile başa çıkamıyoruz.
Geçen günlerde bir yazar şöyle diyordu: “Eğer terörle mücadelede başarılı olmak istiyorsak, halkın devletine olan güveni sağlamak zorundayız. Onun içinde demokrasiye, adalete, hukuka, bağımsız yargıya, eşit muameleye ağırlık vermekle olur”. Ki bu konuyla ilgili olarak acizane görüşümü de ekleyecek olursam; terörü kökünden kurutmak için, bugünkü silahlı mücadeleyi sürdürürken, bölgenin yıllardır devam edip gelen bazı sorunlarına da, hemen el atmak gerekir.
Kısacası bu bölgenin sorunların çözülebilmesi; Meclisteki bütün partilerin bir araya gelerek, açık, açık, milletten de hiçbir şey saklanmadan mümkündür. Bu sorun milli bir sorun olup, tekbir partinin altından kalkamayacağı kadar, ağır ve acildir.
Oralardaki görevlerim sırasında da gördüğüm kadarı ile;halk’ın en büyük derdi işsizlik. Yeteri kadar iş sahası açılarak,ora halkının meşguliyeti, Irak ve Suriye’den yapmakta oldukları kaçakçılık değil, kendi işi olmalı. Ki işi, gücü olan birinin, dağda sonu muhakkak ölüm olan, PKK macerasına veya kaçakçılığa katılacağını sanmam. Bunlara ilave olarak, batı illerimizde olan başta eğitim ve diğer imkânlar, buralara da getirilerek, halk bütün Türkiye’de olanların, kendisinde de olduğuna, inandırılmalıdır.
Eski yıllarda; köylerde oturanlara toprak verilmiş ama, bu toprakları işleyecek donanım ve bilgi verilmediği için, topraklar tekrar ağaların ve şeyhlerin olmuş, köylü; ağalara ait bu köylerde, birer sığınmacı durumunda, ağanın ve şeyhin emrindeydi.
Yukarıda bahsettiğim hayat treninden artık bizlerde en yakın istasyonda inmeye hazırlanıyoruz ama, bizden sonra, ayni trene binecek olan, yeni neslimize şu anda yukarıda bahsedilen ve kaynağı bir türlü kurutulamayan, terör belasını, ortadan kaldırarak mı?, yoksa çaresiz bir hastalık gibi, aynen bir miras olarak mı bırakacağız?
Bırakacağımız bu mirasın içinde; adaletten, barıştan hürriyetten yana, katılımcı, çoğulcu, şeffaf, insan haklarına saygılı bir hukuk devleti, kısacası onlara bizden daha iyi bir yaşamı bırakabilecek miyiz.?
Üzerinde hiçbir baskı olmayan kurumlarımız, istendiğinde; herkesin yaptığı işlerden hesap verebileceği mercilerimiz, tüm halkımızın oyları ile seçip, başımıza getirdiğimiz, yani Cumhurbaşkanımız, yaptığı yemine de uyarak, tarafsız ve herkesin Cumhurbaşkanı olabilecek mi?
“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir”yazısına da sahip olan Meclisimiz de, halkımızın her kesimi temsil edebilecek millet vekillerimiz olacak mı?.Tüm halkımızın ülkemize, korkuyla veya baskıyla değil, saygı ve sevgiyle bağlanabileceği, bir ülke bırakabilecek miyiz?.
Bir zamanların; “Toprağın Verdiğini Devlet Vermez” diyen, namusuna, onuruna, adamlığına, tevekkülüne, ellerinin nasırına ve alın terine hayran olduğumuz, fırsat buldukça da önüne diz çökerek oturup öptüğümüz, o nasırlı eller yok artık. Yani o eski günlerin güzel insanları, bir daha dönmemek üzere, yine o güzel atlara binip gittiler.
Şu anda çok az kalan üreticinin elinden ucuza alınan ürünleri, aracılar tarafından 4-5 katına, Karadeniz çiftçisinin yetiştirdiği fındık,üreticiden, o da veresiye, 7-8 liraya alınırken, marketlerde, ayni fındığın kilo fiyatı 50-60 liraya satılıyor. Hayvancılığın hemen hemen tamamen terk edilmesi sebebiyle; et fiyatları her gün televizyon kanallarının haberleri arasında. Yeri gelmişken Rahmetli Atatürk’ün; “Üretmeden tüketenler, sonunda emir almaya mahkum olurlar” sözlerini de, burada hatırlatmak yerinde olur kanaatindeyim.
Şu anda Türkiye’de en büyük sorun can güvenliği meselesi olduğundan, Almanlar, Amerikalılar, İngilizler, İsrailliler, yani sıraya giren diğer uluslar, dünyanın en tehlikeli ülkesi olduğu gerekçesi ile, Türkiye’de yaşayan vatandaşlarını süratle boşaltıyorlar.Geçen yıllarda hemen hemen yılın dört mevsiminde, yurdumuzun çeşitli yerlerinde tatile gelen turistler, artık bitti.. Yurdumuzu çevreleyen hiçbir komşu ile barışık olmadığımız gibi, yurt içindeki kendi yaşantımızda da, birlik ve beraberlik kalmadı.
Bugün yurdumuzun hemen hemen tamamında; kadın cinayetleri, ırza tecavüzler ve hele hele kendilerini koruyamayan, daha 7-8 yaşındaki çocuklarımıza, yabancıları geçtik, en yakınları tarafından bile yapılan tecavüz olaylarını görüyor, çocukluk yıllarımızdaki örf ve adetlerimizden, ailelerimizde öğretilen; küçüğe sevgi, büyüğe saygı, kanaat, itaat, sadakat, şefkat gibi, çok güzel alışkanlıklarımıza, bu günlerde ne oldu, diye dizlerimizi dövüyoruz.
Son günlerde Karamanımızdaki Ensar Vakfında olan 45 çocuğa yapılan tecavüz olaylarını da işittiğimde, değerini bildiğimden, bir yerlere kaydetmiş olduğum, çok kıymetli
ve geçerli olan; “Evlatlara bırakılacak en makbul ve ebedi değerdeki miras; iyi terbiye, aile sevgisi, fazilet hissi, şefkat ve adalet gibi duygular, yalnız ve yalnız, aile içinde verilir”sözcüğünü hatırladım ve bu sözcüğün değerini bir kez daha takdir ettim.
İsmi ne olursa olsun, zenginler çocuklarını bu gibi yerlere zaten göndermezler, ama yoksul halkın bir boğazın yükünden de kurtulmak ve dini duyguları gereği, İslam’ın en değer verdiği, Ensar ismine güvenerek çocuğunu emanet ettiği adı geçen kurumda, bu hiç olmamalıydı.
Şu anda daha çok üzüldüğümüz ise, ne yazık ki, bu konu siyasetçilerimiz tarafından dillendirilip konuşulurken; mağdur olan çocuklar ve onların ailelerinin itibarinden ziyade, Ensar Vakfının itibarının korunmasına çalışılıyor.
Bence ismi ve icraatı ne olursa olsun, o yaşlardaki ve, hatta ilköğretimi bitirinceye kadar, anası ve babası olanların yeri, kuru ekmekte yeseler ailelerinin sıcak kucağıdır. Ailesi olmayan çocukların yerleri ise, vakıf ve derneklerden önce, bizzat Devletin koruması altında olan, çocuk yuvalarıdır.
Son zamanlarda zaten başımıza gelenleri; kısmet, haksızlığı; sabır, açlığı; kader sayan, hesap sormayı ahrete bırakan, acımızı hayra yoran, bir millet olduk.
Yurdumuzda bilhassa son yıllarda cereyan eden, yukarıda sıraladığım olayları da düşündüğümde; hani Atlas Okyanusunda Amerika’ya yakın bir yerdeki Bermuda-Şeytan Üçgeni denen ve hala açıklanamayan birçok esrarengiz olayda, kocaman gemilerin ve uçakların, bir girdaba çekilmeleri gibi, bizlerde; bütün ulusça, son yıllarda içinde yaşadığımız bu hayat treninin, daha önceleri Müslüman Ülkelerin bazılarını da içine çeken, Ortadoğu Bataklığına doğru hızla gidiyoruz diye aklıma geliyor ve korkuyorum..İnşallah korktuğum gibi olmaz.
YORUM EKLE

banner284