NEREYE GİDİYORUZ

​Şükürler olsun ki geride bıraktığım şu ana kadarki bereketli ömrümün içine sığdırdığım o tek partili dönemin son yılları, sonra da çok partili siyasi dönemlerimizden bugüne kadar iktidara gelmiş partilerin tümünün, (araya giren askeri dönemindekilerde de dahil) iyi ve kötü, bütün icraatlarının içinde bizzat yaşayarak şahit olmuş biriyimdir
Okumayı çok seven, geçmişimizi, tarihi en çok ta yakın tarihimize çok meraklı biri olarak onlara şöyle bir baktığımda: Cumhuriyetimizi kurmuşuz ama 93 Harbi denilen harpten başlayıp, o güne kadar üst üste 14 yıl muhtelif cephelerde savaştığımızdan, tamamen yoksul düşmüş o koca imparatorluk parçalara ayrılarak dağılmış, yalnız Anadolu ve azıcık ta Trakya Bölgemizde, on bir milyonu köylerde,kalanı da şehirlerde olmak üzere 13 milyon nüfusumuz kalmış, bu nüfusunda yüzde 90’ından fazlası okuması yazması olmayan, çoğu sıtma, frengi ve daha başka hastalıklarla kıvranan, hem yoksul ve hem de yorgun düşmüş bir halk kalmışız.
Ayni zamanda; o yıllarda yurdumuzda hiç olmadığından, sıfırdan başlanılan ve teker teker devreye sokulan fabrika, okul, devlet dairesi binaları ve aklınıza ne gelirse yapılması gerekenlerin bedelleri ise; yine bu fakir, çilekeş halktan toplanan vergilerle yapılmıştır ki, o günlerde bu vergilerin bazılarının toplanırken köyümüze de gelen ve kraldan önce kral kesilen tahsildarlara şahit olduğumu da belirtmek isterim.
Öte yandan Osmanlının borçları ile birlikte o yıllarda yurdumuzdaki demir yolları örneğinde olduğu gibi; işletmesi ve geliri yabancıların olan, adına da kapitülasyonlar denilen belanın kaldırılması bedeli de, yine bu milletin boynuna yüklenerek ödenmiş...
Millet ve Devlet olarak birazcık olsun kendimizi toparlamaya başladığımızda ise; bu defa İkinci Cihan Savaşı başlamış, Almanlar sınırımıza dayanmış, çocukluğumda zorluklarını ailecek bizzat yaşadığımdan bildiğim, o çok zor günlerin fedakârlıkları yine çoğunlukla köydeki vatandaşlara yüklenmiştir. Bu savaşta tek ve en büyük kazancımız ise, çok sıkıştırıldığımız halde, o dönem idarecilerimizin doğru politikası ile savaşa girmememiz olmuştur.
İşte bütün bu zorluklar çekilmiştir ama karşılığında da Hâkimiyeti kayıtsız şartsız milletin olan çağdaş, bağımsız, yepyeni ilkeleri, halk tarafından seçilen meclisi ile, o arzu ettiğimiz Cumhuriyete de kavuşmuşuz.
Aradan yıllar geçti. Yukarıda da arz ettiğim gibi, bugüne kadar hepsi de bizim olan hükümetler geldiler, iyi kötü icraatları, yani günahı, sevabı ile birlikte tarihe göçerek, oradaki sayfalarda yerlerini aldılar. Artık ileride onlar hakkındaki hükmü tarih verecektir.
Ancak şu anda yaşamakta olduğumuz günleri şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimizde ise; işsiz, güçsüz, ne yapacağını bilemeyen bir gençlik, kendisinden başkasına tahammülü olmayan, ufacık bir hareketten sinirlenen, başkasına selam bile
vermeyen bir halk. Yeni vergilerle maaş farkları bir ay içinde geri alınmış, memur, işçi ve emekliler. Şehirler imrendirilerek, köylerini, tarla ve bahçelerini terk ettiklerinden yeteri kadar üretilemedikleri için, temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını her gün artıran pazarlar, marketler. Bütün bunlara karşılık da; refah içinde, parasının hesabını bile bilmeyen, her gün zenginliklerine zenginlik katanlar, yani son günlerin deyimi ile milli gelirimizin yüzde otuzunu yiyen, yüzde yetmişlik bir halka karşı, ayni gelirin yüzde yetmişini yiyen, yüzde otuzluk başka bir halk.
Devletin en büyüğünden en küçüğüne kadar, bütün birimlerindeki aşırı israflar (görevini dosdoğru yapanlar, vergilerini tam olarak verenler hariç), kendisine güvenilmediği söylenen kurumlar, inançlı ve dürüst gençlik yetiştirmek için dini ağırlıklı okulların adedi çoğaltılmış ise de; maalesef daha çok huzursuzluk, hırsızlık, ırza tecavüzler ve kadın cinayetleri arttıkça artmıştır. Kısacası Adaletten, barıştan, hürriyetten yana, katılımcı, çoğulcu, şeffaf, insan haklarına saygılı bir hukuk devleti hayalimiz malesef günden güne azalıyor.
İslam Dininin en büyük koruyucusu olan Laiklik ilkesinin ufacıkta olsa kurcalanmasının hemen ardından, halkımız önce Laik, Kemalist, ardından Kürt, Türk, Alevi, Sunni, en sonunda da, senin partiden, benim partiden deyimleri ile ötekileştirilmiş, ayrıştırılarak, parçalanmışlardır.
Oysa askerliğimi yaptığım Gelibolu’da batarya komutanımız kurmay yüzbaşının refakatinde Çanakkale savaşlarının, bilhassa savaşın en kanlı yaşandığı Anafartalar ve Conkbayırı gibi yerleri gezerken; orada bu vatan için çarpışarak şehit olanlar yan yana ve kucak kucağa, yalnız Türkler değil, Kürt, Alevi Laz, Çerkez, Abaza gibi tüm vatandaşlarımızdan oluşuyordu. .
Yine askerde; birliğine yenice tayin olunan bir yüzbaşıyı, kullandığım Jeep’le birliğine götürürken, askeri bir alana girdiğimizde; Kürt kökenli bir askerin tüfeğini bize doğrultup, durdurarak parola sorması sırasında yüzbaşının: “Oğlum, gördüğün gibi ben bir subayım. Yine de mi geçemeyeceğim?” dediğinde, nöbetçi bu defa daha ciddi, yüksek sesle ve o yıllardaki tabirle; “Vallah kumandanım, bir adım daha atarsanız vururum”demesi üzerine; yüzbaşı parolayı söylemiş ve “Aferin oğlum, sizler gibi vatan bekçileri olduğu müddetçe, yurdumuza kimse dokunamaz”demişti ki işte o günleri,
Siirt Vilayetine bağlı Kurtalan’da ki 1965-66 yılları Ziraat Bankası memuriyetim sırasında, temerküz şubemiz Diyarbakır’dan getirilip bize teslim olunan(Gurup), yüklü paraları, Siirt veya oraya bağlı, bugünlerde PKK ile silahlı kuvvetlerimizin savaştığı bölgelerdeki, şubelere zırhlı araçlarla veya yanımızdaki korumalarla da değil, oranın halkı ile birlikte bindiğimiz dolmuşla götürdüğümüz günleri, eşlerimizin bir kamyona doluşarak, yine hiçbir korku duymadan, o civardaki Veysel Karani ziyaretlerini hatırladığımda; bugünlere nasıl gelindiğini düşünür, o yıllarda hiçbir sorunu olmayan bu vatana, bugün ne oldu da, bölünme durumuna geldiğine, bir türlü akıl erdiremiyorum.
Hani birde eskiden hep birlikte kutladığımız 23 Nisan Çocuk Bayramı,19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı ve 29 Ekimlerde coşkuyla kutladığımız Cumhuriyet Bayramı gibi milli bayramlarımız vardı..Ne oldu o bayramlara? ..
Geçen yılkı ilk seçimden önce; bütün televizyon kanallarında, yıllardır sürüp gelen PKK belasından kurtulmak, anaların ağlamadığı, yetim çocuk ve genç dulların olmadığı bir ortama dönülmek için, Dolmabahçe Sarayında Hükümetimiz ile bu ulusun bir parçasının oyları ile Meclise gelmiş HDP arasında; Dolmabahçe Mutabakatı da denilen, ancak içindekilerin ne olduğunu bizlerin hiç bilmediği bir mutabakata(anlaşmaya) varıldığına dair ilanını, her iki tarafın yetkililerinin memnuniyet pozları ile de görmüştük.
Sonra da üç yıl güllük gülistanlık içinde geçen bu barışı, çeşitli günlerde, daha çokta Diyarbakır ve çevresinde başta en büyük yetkililerimiz olmak üzere şarkı, türkü ve halaylar çekerek kutlamış isek de,07 Haziran seçimden hemen sonra, bilemediğimiz bir sebeple, birden ve daha şiddetli terör olaylarında; sayıları 300’den fazla Asker ve Polis şehitlerimiz, Anadolu’nun aşağı yukarı tamamında evlere ateşler düşürürmüş, analar tekrar ağlamaya, geride genç dullar ve çocuklar bırakmaya devam etmiş ve halada, devam etmektedir.
Diğer yandan; yurdun çeşitli yerlerindeki kalabalıklar arasında patlattıkları bombalarla yüzlerce günahsız vatandaşlarımızın ölümüne sebep olan terörist intiharcıların olaylarında da, yüzlerce suçsuz, günahsız, vatan evlatlarını kaybettik.
Son günlerde: “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini de unuttuğumuzdan, içeride kendi vatandaşlarımız, çevremizde de hiçbir komşumuz ve hatta NATO ile bile barışık olmadığımızdan, kala kala Suudi Arabistan ve Katar ile anlaştığımız ve bunlarla vatanımızı koruyacağımızı veya komşu Suriye’ye girerek, oradaki Sunni Mezhepli, soy ve dindaşlarımızı kurtaracağımız, söylentileri de dolaşıyor..
Hiçbir teknolojisi, eğitimi ve hatta vatan sevgisi gibi özellikleri de olmayan, ve güvenilmeyen Suudi ve Katar kuvvetlerini, tarihe şan ve şerefin damgasını vurmuş silah ve eğitim gücü, kalbi vatan sevgisi ile dolu, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanına, hiç yakıştıramadım...
Arapların bize olan sadakatlerini eğer ölçmek istiyorsak; daha geçen günlerde Irak’ta, Basika’da birkaç askerimize bile tahammül edemedikleri için, hep birlikte üzerimize geldiklerini düşünelim.
Din kardeşi saydığımız ve kendilerini 400 yıldan fazla kanatlarımızın altına alıp, koruyup, beslediğimiz, ancak geçen asrın başlarında da en büyük ihaneti kendilerinden gördüğümüz Araplar hakkında daha fazla bilgi almak isteyenlere tavsiyem Falih Rıfkı ATAY’IN “Zeytindağı” adındaki kitabını okumalarıdır.
Şu anda yurdumuzda bulunan üçmilyona yakın Suriye vatandaşını; dişimizden, tırnağımızdan artan vergilerle beslemeye çalışırken, petrolden dünyanın en zenginleri olan Suudiler ve Katar’lar, kendi ırklarından da olan Suriyelilere, tekbir kuruş bile ayırmamışlardır. Ki varın gerisini siz düşünün.
Söz Suriyelilerden açılmışken, o konudaki naçiz düşüncemi de eklemem gerekirse; yurdumuza sığınan iki buçuk milyondan fazla Suriyeli arasındaki kadınların, 2015 yılında doğurduğu çocuk sayısının 55bin olduğunu haberlerden öğreniyoruz.Kendi çocuklarımıza bile gerekli eğitimde zorlandığımıza göre, bunları nasıl okutacağız.Bunlar arasından bize karşı zararlı kişiler çıkarsa, bunun hesabını kime soracağız..
Şu günlerde Güneydoğu bölgelerimizde hala devam eden ve yurdumuzdan bir bölümünü koparmaya çalışan PKK belasını ortadan kaldırmak için canlarını seve seve feda eden, fakir ailelerin çocukları, asker ve polislerden, her gün üçer beşer gelen şehitler, yüreklerimizi parçalıyor.
İlk yapılacak işin bu terörü durdurmak ve daha fazla vatan evladının feda edilmesini önlemek, bunun içinde yapılması gereken ne ise yapmak, daha fazla ocakların sönmesinin sebeplerini tamamen ortadan kaldırmak, ilk hedefimiz olmalıdır.
Şu anda yurdumuzda olanca hızı ile devam ettiğinden, sanki iki düşman gibi bizleri kamplara ayırıp, birbirimize düşüren, en önemli olumsuzlukların birazını (aklımın yettiği kadar) yukarda arz ettim.
Hiçbir kimseyi ayırmadan, Sayın Cumhurbaşkanımızdan en son vatandaşa kadar, şahsi menfaatleri bir tarafa bırakarak, zorluklarla kazanılmış ve bizlere emanet edilmiş bu yurdu ve Cumhuriyeti yaşatmak için, gelin birlik olalım.
Bilhassa siyasi partiler; bu milleti bir birine düşürmeyi, ayırımcılığı, ötekileştirmeyi, bırakın artık. Milleti birbiriyle barıştırın. Uzun süre yüksek derecede çalıştırılan bir motorun patlayacağını, yüksek tansiyonlu ve yüksek ateşli bir hastalığın insana verdiği zararlar gibi; yurdun da, bu şekilde uzun müddet, birbiriyle kavgalı olmasından çekinelim. Ve hatta korkalım.
Kısacası; bizim oralardaki bir deyimde olduğu gibi; “Eteklerimizdeki taşları yere atarak”tekrar düşünelim ve bu yersiz kavgalara bir son verelim..Selam ve saygılar.
YORUM EKLE

banner284