ÖNCEKİ KUŞAK-BİZİM KUŞAK-GÜNÜMÜZ KUŞAĞI

18. ve 19. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan yeni buluşların üretime etkisi ve buhar gücünün keşfi endüstriyel makineleşmeyi doğurmuştur. Devlet ve ortaya çıkan şirketlerin araştırma, bütçe, pazar ve üretim planlama çalışmaları sonucu üretim baş döndüren bir hıza erişmiş, yoğun reklam bombardımanları ile insanlar üretilen her şeyden tüketmesi gerektiğine inandırılmış ve özellikle son yüzyılda çılgın bir tüketim toplumu yaratılmıştır.  
Yaklaşık yüz yılda dört kuşak farklı şartlarda farklı mülahazalarla çok farklı tüketim ürün ve alışkanlıkları ile ömür sürdü-sürüyor.  
Bizim kuşağın 1920-1930’lu ataları yaşadılar mı yoksa doğmadan öldüler miydi bilmiyorum. Hayattan ve ülke yöneticilerinden ne bir bekledikleri ne de istekleri vardı. Bu ölüden gönüllü sessiz-sadasız kuşak, Anadolu’nun düşmanlardan henüz temizlenmiş, yanmış-yıkılmış dünyasına doğdular. Çok geçmedi, 2. Dünya Savaşı’nda aç kalsalar da yöneticilerinin basireti ile babasız bari kalmadılar. Ardından bazıları, Allah’ın yarattığı haritada yerlerini bilmedikleri Kore dağlarınaölmeye gittiler. Yeni kurulan ayağa kalkmaya çalışan Cumhuriyet’te dişlerinin kanını emdiler, bir of bile demediler. 
Merhum annem yıllar önce: Ben bu evin perdelerini, somyaların goblen (kumaş) örtülerini babanızın verdiği kısıtlı pazar paralarından artırarak aldım diye anlatırdı. Yoksul olmayan bir memur ailesinde bile yaşanan bu dramlar neyin nesiydi, insanın gözleri dolmasın da napsın.
1950-1960’lı yıllarda doğan bizim kuşak kılıçsız kalkansız pusatsız kelimenin tam anlamıyla bir cengâver kuşaktı. Yaşadıkları siyasi çatışma ve darbelere, ekonomik krizlere girmeyeceğim bile. Bir zeytini iki üç defada ısırarak yedi. Çocukluğumuzda, hatırlı misafirlerine en fazla tavuk kesebilen yoksul fakat onurlu köyleri vardı. Berber İbrahim anlatmıştı. Benim Pınarbaşı köyünden akrabam Azime teyzemizin mugallit oğlu Halit, Özal’ın 80’li yıllarında Karaman’a gelir. 2. İstasyon girişindeki Hamamcı Ali Ekinci abimizin lokanta kiracısında tavuk, tavuk olalı ilk defa gördüğü üzre kızararak dönmektedir. Halit abimiz elleri cebinde kızaran tavuğa kitlenmiş vaziyette konuşur: Tavuk bak dönüp durma. Cebimde param var, seni yirattırıviririm valla, benim gafamı bozma der. İçeri dalar ve bu halini ilk defa gördüğü pilice yumulur. Şimdi her yer tavuk dolu, burun kıvıranlar bile var.
Pazar parasından artırdığı parayla perde, somya örtüsü alıp diken annelerin biz çocukları da fena çocuklar değildik. Beş kardeş büyüğünden devraldığı önlük, çanta, kitap ve giysilerle büyüdü. Hiçbir şeyi hazır bulmadı. Her şeye okul haricinde çalışarak ve hak ederek ulaştı. Sigara içtiyse onu da yerlerden izmarit toplayarak içti. 
Bizim kuşak idarelidir, tutumludur. Biten diş macunu tüpünü atmaz, baş kısmına yakın yerden keserek bir hafta daha kullanır. Kızım, her azalan diş macunu gördüğünde muzipçe “Baba kesim ne zaman” diye sorar. Biten şampuan şişesine bir çay bardağı su koyar çalkalar, 10 gün daha kullanır. Biten zeytinyağı kabını bir-iki saat dikerek-yatırarak biriken yağla akşam yemeğini yapar. İş bu duruma bazı gençler: Siz de amma şeymiş siniz’li cümleler kuruyor. Üstelik böyle yaptınız da ne oldunuz, aferin (!) diye güya alaysılıyorlar. Daha ne yapacağız; şeylerin varla yok arası olduğu 80’li yıllarda ev de aldık araba da, borç da ödedik üstelik. Bize küçük şeylerle uğraştığımız eleştirisi yapıyorlar. Haklılar… Şartlar bizi; her türlü sineğin kanadından azami yağ nasıl çıkarılırın uzmanı yaptı. Fakat aynı biz, gerektiğinde ağalık yapmayı avuç avuç harcamayı da bilmez değiliz. Bunu siz de biliyorsunuz. 
Günümüzde bizler, çocuklarımızın tabağındaki yemeğin, içtikleri suyun yarısının atıldığını üzülerek, hayretle izliyoruz. Çantalarının; hiçbiri zorunlu olmayan telefon, şarj aleti, çiklet, cips, güneş gözlüğü, sigara, oje ve ruj vb. şeylerden ibaret olduğunu biliyoruz. Torunlarımızın ise anne-babalarını fersah fersah geçtiğini-geçeceğini görüyor ve çok da bir şey yapamadığımızı itiraf ediyoruz. Keşke devran hep böyle bol keseden verip, bol kepçeden dağıtıp dursa da dünyada yokluk-kıtlık görmese evlatlarımız, torunlarımız. 
Rivayet muhtelif… Bizim kuşağın çoğu: Ne yaptıysak; çocuklarımız bizim gibi yokluk-darlık görmesinler diye yaptık diyor. Kimilerimiz bu tavrımızın çocukları hazırcılığa alıştırdığını, kimilerimiz her şeyi verdiğimizi ama onların almadıklarını, kimilerimiz çocuklarını azimli, mücadeleci, kararlı olmadıklarını, hedefleri için kendilerini yırtmadıklarını, kimilerimiz ise çocuklarımızı eğitmedik diye hayıflanıp kendilerine yükleniyorlar. 
Suç bizde mi, günümüz eğitiminde mi, yoksa ailenin değil sokağın ve arkadaşın çekimine kapılan, teknolojinin esirliğine gönüllü yazılan çocuklarımızda mı, anlayan varsa beri gelsin. 
Önümüzdeki yıllarda, içinde bulunduğumuz asırda Korona gibi salgınlarda, yangın, sel, deprem, ekonomik ve siyasi krizlerde ayakta kalmak istiyorsak; üretim-tüketim, varlık-yokluk, israf-tasarruf dengesini iyi kurmamız, imtihanlara hazır olmamız gerekiyor. 
Elbette ileriye bakacağız. Ama geriye dönüp babalarımız-dedelerimiz zorluklardan nasıl çıkmışlar diye merak etmezsek vay halimize. Yazımızı, yine Berber İbrahim’in söylediği veciz sözle bitirelim: Yarın Allah vermesin bir harp-darp olsa Amedim, bizim kuşak iyi-kötü idare eder de bizden sonrakiler edemez. Haksız mı?

 

YORUM EKLE

banner284