ÖĞRETMEN-1

1975 yılı Ocak ayının ilk günlerinde, İstanbul Haydarpaşa Garı’ndan ayrılan kara tren, geceyi gündüze katıp, dağları, yaylaları ve ovaları aşarak, sabahın erken saatlerinde oflayarak, puflayarak, hışırdayarak, Malatya Tren İstasyonu’na girdi.

Trenden inen çok az insanı bağrına basan Malatya, beyaz örtüler altında sessiz ve yorgun yatan bir hasta gibi karlar altında adeta dinleniyordu…

Kitapların ve elbiselerimin bulunduğu çantaları alarak, trenden inip, beklemekte olan bir taksinin yanına geldim.

Uzun boylu genç biri olan araç sürücüsüne:

“Arapgir’e gideceğimi bu nedenle, Arapgir’e giden taşıtlara yakın bir otele gitmek istiyorum,” dedim.

Karların eridiği yolda ilerleyen araç, Sinan Oteli’nin önünde durdu. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra odama geçtim. Aç, uykusuz ve yorgundum. Yatağa kapandım.

Elazığ’a… Elazığ’a… Elazığ’a çağrısını durmadan yapan bir kişinin bağrışları sonunda kendime geldim. Caddeye çıktım.

Soğuk nedeniyle az sayıdaki insanın, dalgın bir şekilde aşağı yukarı gittikleri kaldırımdan işyerlerini soluma alarak, aşağıya doğru indim.

Büyükçe bir meydan, meydanın arka kısmında Vilayet Binası ve önünde de Kurtuluş Savaşımızın kahramanlarından Genel Kurmay Başkanı, Batı Cephesi Komutanı, I. ve II. İnönü savaşlarının komutanı, Mudanya ve Lozan Antlaşmalarının mimarı, Atatürk’ün en yakın düşünce arkadaşı, asker, diplomat ve siyaset insanı rahmetli İsmet İnönü’nün heybetli heykelinin önünde durdum.

Malatyalıların, İsmet İnönü’ye sahip çıktıklarını ve bağırlarına bastıklarını böylece İsmet İnönü’ye duydukları bir vefa borcunu yerine getirdiklerini gördüm, duygulandım.

Heykelin karşısında bahçe içinde bir kahvehanede birkaç bardak çay içtim. Oradan yakındaki bir lokantada yemek yedikten sonra Arapgir araçlarının hareket ettikleri yere geldim.

Roma, Bizans ve Osmanlıya başkentlik yapan bir kültür merkezi ve milyonluk bir şehir olan İstanbul’dan birkaç binlik bir ilçeye gitmek üzere olduğumu düşündüm, anlaşılması güç duygulara kapıldım.

Aracın bulunduğu yerde, etraftaki binaların pencerelerden çıkarılan bacalardan dökülürcesine boşalan siyah dumanlar, bir taraftan etrafı alaca bir karanlığa sokarken; bir taraftan da genizleri yakıyordu.

İnsanlar, yanıklığın yarattığı olsak gerek, gözleri yaşarırken, genizlerdeki bu yanıklığı atabilmek için zaman zaman kesintili olarak öksürüyordu.

Dumandan bir an önce kurtulmak için birkaç kişin bulunduğu araca girdim. Aracın kapısı açık olduğu için duman aracın içinde de hissediliyordu. Yanıma oturan orta yaşlı, ak saçlı bir kişiye:

“Araç ne zaman hareket edecek?” Diye sordum.

“Belli bir hareket saati yok, ama akşama kalmamak için insanlar birazdan gelirler ve hareket edilir,” dedi.

Aracın içi ve üst kısmı çuvallar, sepetler ve kovalarla dolduktan sora araç hareket etti.

Yerleşim alanından ayrıldıktan sonra önümde göz alabildiği kadar uzayan bir beyaz deniz oluştu. Gittikçe kar yığınlarının artması, bu denizin derinliği gibi görülmeye başladı.

Araç, oldukça yavaş ilerliyor, yolun kenarındaki kar göstergesi olan direkler rahatlıkla sayılabiliyordu.

Bir ara araç durdu. Araç sürücüsü:

“Yoldan çıktık. Bir omuz verin de tekrar yola girelim,” dedi.

Birkaç kadın, çocuk ve araç sürücüsünün dışındaki bütün yolcular, araçtan indi ve aracı omuzlarıyla, ellerini dayayarak, itip, araç yola tekrar getirildi. Bu durum birkaç kez daha devam etti.

Malatya’dan ayrılalı yaklaşık dört saat geçtikten sonra, hava kararmaya başladı. Etrafı görebilmek ve etrafta olanları seçebilmek zorlaştı.

Sol tarafında çeşme olan küçük bir tepeye gelindiğinde, yanımdaki kişi, parmağıyla üzerinde kara bulutların çöreklendiği ve yanıp sönen lambaların kör ışıklar içindeki bir yeri göstererek:

“Arapgir,” dedi.

SÜRECEK...

YORUM EKLE

banner284